Bu neyin çakrası?
İlgili olanların bildiği bir şeydir sanırım; Hint felsefesine dayanan ve hayatın tadını çıkarmak için sıralanan şu dört altın kural...
Birinci kural:
Karşına çıkan kişiler her kim olurlarsa olsunlar, doğru kişilerdir. Bunun demektir ki: Hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz! Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır; ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.
İkinci kural:
Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiçbir şey, hem de hiçbir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. “Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı” gibi bir cümle yoktur! Hayır! Ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.
Üçüncü kural:
İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.
Dördüncü kural:
Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir. “Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.” Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğumuz bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.
***
Tamam güzel de, problem şu ki:
Tarihin an be an yazıldığı bir zamanın içinden geçerken, inançlar istismar edilip gözü dönmüş psikolojilerle siyasi söylevler ve kararlar verilirken, ölümlerden utanılmaz ve sanki daha fazlasını isteyen kana susamış olağanüstü bir halle çevriliyken...
Seslerin kısılmasına, dillerin tutulmasına, bedenlerin duruşuna engel olmak için her yol mubah sayılıyorken...
“Duaya kalkan ellerin yüreklerinden bir nebze olsun ‘hakikat nedir’ şüpheciliği geçmez mi?” diye düşündürülüyorken...
O ağızlardan hiç eksik olmayan ‘ayakları öpülesi analar’ arasında o ağızların sahipleri tarafından meşru bir ayrım yapılıyorken...
Ben, huşu içinde oturup da ‘çakra’larımla oynamayı beceremiyorum.
Siz nasıl beceriyorsunuz?
*****
Tencerenin düdüğü istim atıyor!
Küçük İskender dün gece twitter’dan; “Son kitabıma ALİ adını verirken bütün bu olacakları hissetmek, hep bilmek, hepimizin en ağır yükü” diyerek, ‘Ali’ isimli şiirini paylaştı. İşte o şiirden birkaç mısra:
...
İçimizdeki isimlere yeni bir şans vermeli,
Gidenin peşine düşmeden
Ölenin duasını etmeden
Mümkünse sade, mümkünse seviyeli
Yalnızlık unutuluyor, ayrılıklar unutturuluyor çünkü
Kalanlarsa bile bile sessiz ya da deli
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Hikayenin gerisi zaten belli
...
YORUMLAR