Erguvan renkli kadınlar
Şairin dediği gibi, “Hayat Kısa, Kuşlar Uçuyor.” Onca telaşın ve koşuşturmanın arasında ben fark edemeden bir nisan ayı daha gelmiş. Avarelik ve firar günleri için biçilmiş kaftan. Aşiyan’dayım. Hava yağmurlu. Puslu ve gri. Nedir, bu arduvaz grileri içinde bile, baharın süsü olan çiçekler havai fişekler gibi, alabildiğine bir renk cümbüşü içinde patlıyor. Yeşil çimenler, aşı boyalı güller, şarabi aslanibikleri, fildişi beyazı mum çiçekleri.
Sonra ağaçlara bakıyorum. Arkadaki uzak tepelere doğru sanki belalı bir sır saklıyormuş gibi kalın bir suskunluk içinde uzanan tozlu serviler. Görmüş geçirmiş çınar ağaçları. Nedense Üsküdar’da tehlikeli bir yangın başlangıcını çağrıştıran kumru ötüşleri. Burada serçelerin yosma cikcikleri, sığırcık kuşlarının o kopup geldikleri Sina çöllerini hatırladıkça hep bir ağızdan söylemeye koyuldukları yanık havalar yok. Tekmil Aşiyan sadece kumru kumru ötüyor.
Tevfik Fikret “Sis”ler içinde. Biraz ötede eve tuz ve ekmek götürmeyi yine unutmuş olan Orhan Veli, gözlerini kapamış İstanbul’u dinliyor. Rumeli Hisarı önünden “meçhule giden” pusulasız şilepler geçiyor. Başıma martılar konuyor.
Bir erguvan ağacı altına oturuyorum.
Anlamsız telaşlarda nisan ayının geldiğini pek fark edemedim ama şimdi erguvanları görmemek imkansız. Boğaz’ın karşı yakası, bu yakası, Osmanlı Üsküdar, Bizanslı Kadıköy, bahriyeli Çengelköy, külhanbeyi Beykoz serapa erguvan. Şu anda her yer mor renkli bir ışık seline dönmüş. Erguvanlar neon mavisi, zakkum pembesi ya da koyu bir mor halinde 155’lik bir obüs mermisi gibi patlıyor. Şimdi her yer erguvani. Üstüm başım erguvani, unutulmuş sevdalarım erguvani. Hasılı şu yağmurlu nisan gününde İstanbul, olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu olmuş, yüreğime yüreğime vuruyor.
Erguvan rengi. Tuhaf bir renk bu. Aşağı yukarı pembe ama içinde hafifçe, gizlice bir mavimsilik de var. Bu rengin içinde çokça şarap kırmızısı, pek az kıvılcım mavisi ve bolca ışık beyazı da var. Tonları, yoğunlukları da farklı. Frenklerin “violet” dedikleri pembemsi bir mor. Ece Ayhan’ın “Şiirimiz mor külhanidir abiler” derken kastettiği renk bu muydu acaba?
Bir erguvan ağacının altına oturup, gövdesine yaslanıyorum. Sırtımı dayadığım erguvan ağacının dalları, salkım saçak mor ateşler içinde. Erguvan bu işte. Utangaçlığı hep sevmiş, kimse de görmeye gelmemiş sırrını. Erguvanın moru, beyazın çokça müdahalesine uğramış bir mor. Ürkütücü ve değişken. Kalkıp palete döksek, bir miktar mavi ile bir miktar kırmızının karışımından ibaret ama burada mavi yaratıcı bir suskunluğu anlatırken, kırmızı “ben buradayım” diye bağırıyor. Mor da ikisi arasında bir med-cezir halinde. Bir geliyor, bir gidiyor.
İşte bu yüzden sabahları bütün Boğaziçi sevinçli bir ışık seli halinde mor mor patlarken, akşam olmasına yakın sulara keskin bir ustura gibi tehlikeli morlar çalıyor erguvanlar. Erguvanlar sabah açık tonda. Hayat ve uçuculuk taşıyor. Benim kurduğum eflatun hayaller bu hafiflikten, leylak renkli bu umuttan kaynaklanıyor.
Nedir, akşama doğru ışıklar koyulaşıyor ve erguvan morlarından yalım yalım şiddet fışkırıyor. İşte o saatlerde kimi kadınlar, saçlarına erguvan çiçekleri takıyor, karanlık ve tehlikeli. Mor o zamanlarda bir bilinmezliğin rengi oluyor.
Dalıp gidiyorum.
Erguvan renkli kadınlar nereye gider? Ya erguvan renkli kadınlarını kaybeden adamlar nereye gider?
Erguvan ağaçlarının kimsesiz akşamlarına mı?
YORUMLAR