Lolita, hayatımın ışığı

Eski ve saçmasapan eşyalarla tıklım tıklım doldurulmuş kasvetli odadan çıkıp, ev sahibesinin “benim gizli cennetim” diye söz ettiği küçük bahçeye girdiler. Adam, bahçedeki salkım söğütlere, özenle biçilmiş çimlere, çiçeklere baktı. Rahatladı.


Sonra onu gördü. Bahçenin uzak köşesinde çimlere yatmış güneşleniyordu. Yarı çıplaktı. Kapkara güneş gözlükleri takmıştı. Bronz renkli narin omuzları, yay gibi gerilmiş ipeksi sırtı, ince bir havluyla gelişigüzel sarılmış göğüsleri ile orada yatmış ve güneşleniyordu.

Açıkta kalmış küçücük göbeği ve bacaklarındaki ayva tüyleri, güneş ışıkları altında parıldıyordu. Mayosunun alt tarafı, gergin ve dar kalçalarının yuvarlaklığını örteceğine, onları daha da belirginleştiriyordu. Dudakları, sanki bir elma şekeri yalıyormuş gibi kıpkırmızıydı.


Adam, ev sahibesinin duyamayacağı kadar hafif bir sesle “Lolita” diye mırıldandı ve “benim küçük supericiğim” diye içini çekti.


Güneş gözlüklerinin üzerinden kendisini süzmekte olan kıza yaklaştı. Başı dönüyor ve nefes alamıyordu. Elbiseleri bir anda küçülmüş ve dar gelmeye başlamıştı sanki. Titremesini gizlemeye çalışıyordu.


Bir iki yıla kadar o ayva tüylerinin yerini sert kılların alacağını, o canlı dudakların yavaşça bir kurbağa dudağına dönüşeceğini biliyordu. Olsun varsındı. Şu an için o tam bir “supericiği” idi ve bu da ona yetiyordu.


Sonra, hiç kurtulamadığı o korkuyu yeniden duydu. Bir suç işliyor olmanın korkusu. En az on yıl hapis yatma ihtimalinin korkusu. Toplum tarafından “sapık” ilan edilmenin korkusu.


Kız çocuklarının ergen sayılabilmesi için erişmeleri gereken yaş sınırı eyaletten eyalete değişiyordu. Mesela New York’ta bu yaş on üç yıl dokuz ay olarak belirlenmişken, güney eyaletlerinde sınır biraz daha düşüyordu.


Acı acı güldü. Sınır ne kadar düşerse düşsün faydasızdı. Çünkü titreyerek yaklaşmakta olduğu, kırmızı dudaklı, dar ve gergin kalçalı, ayva tüyleri pırıldayan kız en çok on iki yaşındaydı ve Birleşik Devletler’in hiçbir eyaletinde bir erkeğin, kendisi gibi kırk dört yaşındaki bir erkeğin, on iki yaşındaki bir kız çocuğuna “değişik” bir ilgi göstermesi asla cezasız bırakılmazdı.


Bunu biliyordu ama kızı arzulamaktan da kendini kurtaramıyordu. Rüyadaymış gibi kıza doğru yürüdü. Kendi “karanlık kaderine” doğru yürüdüğünün farkındaydı ve acınacak ölçüde çaresizdi.


“Lolita” dedi. “Hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum”…

Rus yazar Vladimir Nabokov’un büyük tartışmalar yaratan, bazı ülkelerde defalarca yasaklanan, biri ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından olmak üzere iki kez filme çekilen ve bu filmleri de bazen yasaklanan, bazı kiliselerce “aforoz” edilen ünlü eseri Lolita’yı okurken, böyle bir kitap hakkında yazı yazmanın tehlikelerini de düşünüyorum.


Fatih Özgüven’in akıcı bir dille çevirdiği ve İletişimYayınları’nın çıkardığı Lolita’yı okurken, bu kitabın başından geçenleri de aklıma getiriyorum.


Nabakov, Lolita’yı bitirdiğinde Amerika'da yayıncı bulamamış, tam otuz yayınevinden ret cevabı almıştı. Çaresizce ABD’den vazgeçip Avrupa’ya yönelmiş ve Paris'in pornografik kitaplar basmakla ünlü Olympia Yayınevi'nde bastırabilmişti Lolita’yı.


Edebiyatçılar da kitabı yerden yere vurmuşlardı. Yazar Graham Greene, “okuduğum en pis kitap, yayıncısı da satıcısı da hapse girmeli” demekten çekinmemişti. İngiltere İçişleri Bakanlığı kitabın İngiltere'ye girmesini yasaklamıştı. Fransa Adalet Bakanlığı da kitaba yayın yasağı getirmişti.


Le Monde’un “100 Yılın 100 Kitabı” listesinde baş sıralarda bulunan “Lolita ya da Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları” isimli kitap, edebiyattan psikiyatriye, felsefeden ceza hukukuna kadar çok farklı alanlarda tartışıldı. Hala da tartışılıyor.


Elli yaşlarına yaklaşmış bir erkeğin, on iki yaşındaki bir kız çocuğuna aşık olması, onun hakkında benim burada anlatamayacağım cinsel fantaziler kurması, bunların bazılarını gerçekleştirmesi, sonunda bu hastalıklı tutkusunun onu cinayete, tımarhaneye, hapishaneye ve ölüme sürüklemesini anlatan Lolita; eleştirmenleri, ahlakçıları, felsefecileri, hukukçuları ve tabii ebeveynleri birbirine düşürdü.


Eleştirmenlerin bazıları kitabın “bir çocuk pornosu” olduğunu savunurken, bazıları da onu “bir edebiyat şaheseri” diye nitelendirdiler. Nabokov’un bu kitabı “kendi kişisel tecrübelerinden yararlanarak” yazdığını öne sürenler bile oldu.


Nabokov, bu suçlamalara cevap vermedi. Gülüp geçti. Bir şaheser yazdığına inanıyordu çünkü...


Ayrıca Nabokov, Lolita’nın asla “pornografik” bir kitap olmadığına da yürekten inanıyordu. O kadar inanıyordu ki, ünlü eleştirmen Edmund Wilson’a gönderdiği mektupta, “Lolita’yı okumaya karar verdiğinde, lütfen onun son derece ahlaki bir kitap olduğunu unutma” diyordu.


Lolita bir edebiyat şaheseri mi yoksa bir porno mu?


Okuyun ve kararı kendiniz verin.




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.