Mihri Hatun, Türk Sappho’su

Gece oldu. Harşena Dağı’ndan esmeye başlayan bir rüzgar, Yeşilırmak’ın iki kıyısındaki salkım söğütleri, gümüşi bir toza bulanmış servileri, ıhlamurları hafifçe ürpertti. Lacivert gökyüzünde sarı bir ay yükseldi.


Mehtap, Pontuslu, Romalı, Bizanslı, Selçuklu, Moğol ve Osmanlıların ayak izlerini taşıyan eski ve ağır taşlarla kaplı sokakları soluk bir ışıkla boyamaya başladı. Şehrin ortasından geçen Yeşilırmak’ın iki kıyısındaki hayıtları, andız çalılarını ve baygın kokulu yabangülü ağaçlarını mekan tutmuş olan bülbüller, gecenin ilk nağmelerine başladılar. Bir iki ahenk tutturma girişimi yaptılar. Derken uygun sesi buldular ve hep birlikte şakımaya koyuldular. Kuralları belirlenmiş ağır bir makamı izler gibiydiler.


“Tıpkı Nevayı Rast makamı” dedi kadın. Her gece olduğu gibi o gece de kırma çatılı, geniş saçaklı, zengin ahşap bezemeli konağın cumbasından bülbülleri dinliyordu. Uzun boylu, kuzguni kara saçları fildişi beyazı geniş alnına zülüfler halinde inen güzel bir kadındı.


Cumbanın önünden çekildi. Odayı fırdolayı dönen sedire oturdu. Gülkurusu renkli sedef kakmalarla süslenmiş ağır rahleyi önüne çekti. Kamış kalemle yazmaya koyuldu.


Biraz önce bülbüllerin ötüşlerini Nevayı Rast makamına benzetmişti. Gülümsedi. Çok sevdiği kelime oyunlarından birini yapabilirdi şimdi. Bu makamın adı “doğru söz” anlamına da geliyordu. O da yazdı: “Doğru ses, aşıkları nazlılarla sevindirdi”. Yazdığını beğendi. Necati’nin kıskanacağını düşünüp, yeniden gülümsedi. Sarayın en ünlü şairi olan Necati’nin şiirlerine “nazire” yazmayı ve bu yolla kendi şiirlerinin onunkilerden üstün olduğunu göstermekten muzipçe bir zevk alıyordu.


Kadındı. Güzel ve akıllı bir kadındı. “Kadından şair olmaz” diyen erkeklere inat, çatır çatır şiir yazmıştı. Şiir alanında kadınların yerinin olamayacağını savunan erkek şairlerle ince ince alay etmiş ve “Becerikli, yetenekli bir kadın daha iyidir / Bin beceriksiz, yeteneksiz erkekten” diye yazmıştı.


Yine de Necati için biraz üzüldü. Ne de olsa onu sevmişti. Tıpkı bir zamanlar Müeyyetzade Abdurrahman Çelebi’yi sevdiği gibi. Tıpkı rüyalarına giren Sinan Paşa’nın oğlu İskender’i sevdiği gibi.


Ve tıpkı adını hiçbir zaman açıklamayacağına yemin ettiği o ince belli, siyah saçlı kadını sevdiği gibi…


Tarih 1400’lerin sonuydu. Yer Amasya’ydı ve güzel kadının adı da Mihri’ydi. Şairdi. Hem de Divan edebiyatı gibi sayısız kuralla donatılmış ağır bir edebiyat alanında koca bir “Divan” yazacak kadar usta bir şairdi.


Divan edebiyatının ilk kadın şairlerinden Mihri Hatun 1460 yıllarında Amasya’da doğdu. İyi bir öğrenim gördü. O dönem önemli bir yönetim merkezi olan Amasya’da şehzade II. Ahmed’in sarayına girdi. Sevildi. O zamana kadar sadece erkeklerin yaptığı musahiplik görevine atandı.


Güzel bir kadındı, içlerinde kadınların da bulunduğu kişilerle aşklar yaşadı. Bunları şiirlerinde yazdı, bu nedenle de “şiire tensel duyguları katan ilk kadın” diye betimlendi. Osmanlı tarihçisi Hammer onu, kadın sevgilisine şiirler yazan Lesboslu şair Sappho’ya benzetti ve “Türk Sappho’su” diye isimlendirdi.


Mihri Hatun’un kişiliği, yaşamı şaşırtıcı. Adeta bir bilimkurgu romanı gibi. 1400’lerin sonu. Küçük bir taşra şehri olan Amasya. Babai ayaklanmasının, Türkmen kırımının izlerinin henüz silinmediği topraklar. Fatih’in acımasız taht yasalarından gözü korkmuş şehzadelerin yönetiminde bir topluluk. Kısa bir zaman önce Anadolu’yu hallaç pamuğu gibi atmış Moğol gaddarlığının hala süren korkusu. Yeşilırmak boylarına dayanmış bir Şii Safevi örgütlenmesinin yarattığı tedirginlik.


Bütün bunların arasında ortaya çıkan, ne hissettiyse, ne yaşadıysa hepsini içten, gizlisiz saklısız ortaya koyan, üstelik bunu çok ustaca bir şiir diliyle ifade eden bir kadın. Bütün bu imkansız kesişmeleri, inanılması güç zaman teğetlerini, “babası kadı olduğu için hali vakti yerindeydi, zaten iyi bir eğitim almıştı, bir de saraya kapılanınca…” türünden kolay ifadelerle açıklamak mümkün mü? Ayrıca bu Mihri Hatun’a bir saygısızlık olmaz mı?


Ne yazık ki, böyle oldu. Mihri Hatun’un kim olduğu pek bilinemedi. Dağ gibi bir divanı olan şairin küçücük bir gazeli, mesnevisi, kasidelerinden minik bir örnek okul kitaplarına konmadı.


Neyse ki, Türkiye’de Mihri Hatun’a bu vefasızlık gösterilirken, dünya bunu yapmadı. Venüs’teki bir kratere “Mihri Hatun Krateri” adı verildi. Bir sekizliği Alman liselerinde edebiyat ders kitaplarında yer aldı.


2005’teki 9. Uluslararası İstanbul Bienali’ne katılan İngiliz sanatçı Cerith Wyn Evans, bir projektör aracılığıyla ışıktan haflerle gökyüzüne Mihri Hatun’un “Uykuda açtım gözümü” diye başlayan gazelini gönderdi. O zamanki adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği de 1967 yılında Mihri Hatun’un ünlü divanını bastı.


Kendi ülkesinde ise bu ilgi ve alkış esirgendi Mihri’den. Bilinmedi. Bildirilmedi.


Uzun boylu, siyah saçları fildişi renkli geniş alnına dökülen Mihri Hatun, “Bunca yıldır gül bahçesi yetiştirmeye çalıştığım halde / Değemedim bir güle şu talihsiz başıma bak” diye yazdı.


Bazıları bu ve buna benzer mısraların aslında bir kadın için yazıldığını söylediler.


Önemli miydi?

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.