Yaş otuz beş yolun yarısı eder
Tören bitti. Müdür Bey’in “iyi tatiller” demesiyle birlikte o da diğerleri gibi kapıya koştu. Süslü demir kapıdan çıkıp, caddedeki cumartesi kalabalığına karıştı. Sınıf arkadaşlarının görmemesi için Balıkpazarı’nın oralarda birkaç sokak değiştirdi. Eskimiş pasajlardan birinden içeriye süzüldü. Akasya ve mor salkım ağaçlarıyla çevrili avludan hızla geçti ve kendini sahaf Hayım’ın küçücük dükkanına attı. Çoğu Fransızca olan maroken ciltli kitaplarla dolu meşe masanın bir köşesine sığıştı. Geçen hafta sonu tatilinde Tünel’deki büyük kırtasiyeciden aldığı “marin mavisi” renkli mektup kağıdına yazmaya koyuldu.
“Mekteb-i Sultanili Beyefendi” diye başladığı mektubu, “Bakalorya imtihanlarını ihmal etmeyiniz” diye bitirdi. Kasten abartılı kıvrımlarla süslediği ve kendisine ait olmayan bir el yazısıyla yazdığı mektubu, “Peralı dostunuz” diye imzaladı.
Aldığı gün gizemli bir fujer kokusu sürdüğü mektup kağıdını aynı renkteki zarfa yerleştirdi. Geldiği gibi görünmemeye çalışarak dışarıya çıktı. Pek bilinmeyen bir sokaktan yeniden caddeye girdi ve Galatasaray Postanesi’nin önüne geldi. Caddede en sevdiği bina buydu. Buranın çift kanatlı oymalı kapısını, somaki mermer sütunlarını ve içerideki huzurlu serinliği seviyordu. Tavandaki işlemeler ile duvarlardaki çiçek, meyve ve av hayvanı resimlerine bayılıyordu. Bambaşka bir üslupla yapılmış olsalar da tavandaki işlemeler ona evindekileri hatırlatıyordu. Baba evi geliyordu aklına.
O çok uzaklardaki vahşi dağ yamaçları, köpüklü köpüklü akan Dicle, binlerce yıllık surlar, yüzleri bakır çalığı renkli dövmelerle süslü kadınlar, taş evlerin gölgelerinde lepiska sarısı sarma tütün içen başları poşulu adamlar geliyordu aklına ve o şimdi uzaklardaki evini düşünüyordu.
Diyarbakır’ın merkezindeki baba evini düşünüyordu. Serin ve dışarıdan görülmeyen avlu. İçi babaannesinin “fincan” dediği mavi fayanslarla döşenmiş fıskiyeli havuz. Çocukluktan gençliğe geçerken yaşamındaki ilk “ayıp” hayalleri kurduğu yatak odası. Tavandaki “ciz” ve “kehal” diye isimlendirilen dolambaçlı ve sonsuz uzun nakışlar.
Yazdığı mektup aklına gelince baba evini düşünmeyi bıraktı. Yine süslü harflerle zarfın üzerine mektubun gideceği adresi yazdı: “Pirinççizade Hüseyin Cahit. Mekteb-i Sultani Üçüncü Sınıf Leyli Talebesi. İstiklal Caddesi, Beyoğlu”…
Asıl adı Hüseyin Cahit olan Cahit Sıtkı, başka bir el yazısıyla yazıp kendi kendine gönderdiği kim bilir kaçıncı olan bu mektubu da pul parasıyla birlikte görevli memura verdi. İki üç gün sonra Galatasaray Lisesi’nin arka sokaklara bakan yatakhanesinde, arkadaşlarının meraklı bakışları altında kendi yazdığı bu mektubu okuyacak ve kimden geldiğini soranlara, umursamaz bir tavırla, “hiç canım şu benim esrarengiz hayranım Peralı Hanımdan yine” diyecekti.
Kısa boylu, kara kuru bir genç olan Cahit Sıtkı, hiç beğenmediği, çok çirkin bulduğu kendi yüzünü görmemek için duvardaki bütün aynalardan kaçarak dışarı çıktı. Caddede uğultulu bir kalabalık kıvrım kıvrım uzanıyordu. Genç yaşına rağmen sık sık ölümü düşünen ve bundan korkan Cahit Sıtkı, biraz da yalnızlığından kurtulabileceği düşüncesiyle, caddedeki bu lunapark kalabalığına karışıverdi…
“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” ve “Haydi Abbas, vakit tamam / Akşam diyordun işte oldu akşam” gibi unutulmaz dizelerin şairi Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Galatasaray Lisesi’nde okuduğu dönemde Ziya Osman Saba’nın dışında pek arkadaşı olmadığı biliniyor. Mehmet Kemal ve Süha Ediboğlu, Tarancı’nın bu yalnızlığı yenmek için kendi kendine mektup göndermek gibi bazı “muzipliklere” başvurduğunu belirtiyorlar.
Tarancı 1910’da Diyarbakır’da doğdu. İstanbul’a geldi. Galatasaray Lisesi’nde okudu. Sonra Ankara’ya Mülkiye Mektebi’ne gitti. Bitiremedi. Bu kez Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nu denedi. Yine olmadı çünkü harp çıktı. Döndü. Memurluk, öğretmenlik, çevirmenlik yaptı.
Çirkin olduğu saplantısı yüzünden yaşamı boyunca aynalardan kaçtı. Her insan gibi sevmek ve sevilmek istedi. Karşılıksız sevdalarda örselendi. Nedensiz terkedilişlerde tuz buz oldu. Her defasında bir dizenin kuyruğuna tutunup toparlandı.
“Çirkin olduğu takıntısı” içindeydi ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak “güzellik” takıntısı da vardı. Güzelliği en çok şiirde arıyordu. Şiirde fikir de, kafiye de ve ses de güzel olmalıydı.
Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplarda, “şiirde bağırmayan, ama içten içe çağıldayan bir melodi olması gerektiğini” söylüyordu. Bu çağıldayan sesi bulabilmek için kendi sıkıntılarını, acılarını hep ötede tutmaya çalıştı. Eminönü’ndeki Avrenos’un meyhanesinde bir dostu onun şiirleri için “acı çeken bir ruhun sahte neşesi” dedi. Haklıydı.
Tarancı şiirlerinde hep çok korktuğu ölümü anlattı ama yaşama sevincine olan bağlılığını da yazdı. Kaybolmuş aşklar, mutlu sevdalar, alıp başını gitme, tekinsiz sokaklarda kaybolma istekleri, üzerinde iyice iğreti duran “bohem” hayatını bırakıp, Diyarbakır’daki baba evinde olduğu gibi eli yüzü düzgün bir hayata geçme hayalleri, anne kucağına dönmek, çocukluğunun kaytan kuyruklu uçurtmalarını Sirkeci semalarında uçurmak gibi duyguları şiirlerinde harmanlayıp durdu.
Hayatı ıskalamamaya çalışıyordu ama kesik bir kol gibi hep omuz başında gezinip duran ölüm korkusunu kulak ardı etmeyi de pek başaramıyordu. O nedenle şiirlerinde hep köşe bucak bir “kaçınılmaz son” gölgesi gezdirdi. Oysa o da çok sevdiği Orhan Veli gibi, şöyle önceden tasarlanmış “hergelelikler” taşıyan şiirler yazmak isterdi kuşkusuz. Sonra hastalandı. Bir şeylerin uzun bir süredir ters gittiğinin farkındaydı. Çoktandır tekneyi sular alıyordu ve o çoktandır umudunu yaşamanın tam tersi bir yere doğru kaydırıyordu. Pencerede bir gün daha görmek için bütün sıkıntılara razıydı ama olmadı. Olmadı. Bir zamanlar uzak Beşiktaş’tan ilk sevgiliyi uçurup ayağına getirmeleri için emirler verebilen Cahit Sıtkı’nın artık doğan güne bile hükmü geçmiyordu. Galiba “Haydi Abbas vakit tamam” emri verilmişti. Cahit Sıtkı Tarancı 1956’da öldü. Bir zamanlar “yaş otuz beş, yolun yarısı eder” dediğine göre, en azından bir yetmiş yıl ummuştu. Olmadı. Öldüğünde daha kırk altı yaşındaydı…
YORUMLAR