Umut
Robert Stroud, demir parmaklıklı ve bilemedin iki karış en ve boyundaki pencerenin önüne konmuş o serçeyi gördüğünde neredeyse yirmi yıldır hapisteydi. Müebbet hapse mahkûm edilmiş ve Alcatraz hapishanesine getirilmişti.
Alcatraz acımasız şartlarıyla ünlüydü. Bir de kaçmanın imkânsızlığıyla. Dört tarafı denizdi. Tümüyle taştan yapılmış hapishanenin bütün çıkış yerlerine elektrik verilmişti. Kısacası buradan kaçabilmek hayal bile edilemezdi.
Stroud, serçenin onca yolu aşıp hapishaneye nasıl ulaştığını fazla düşünmedi. Kuş yorgun ve açtı. Ekmek kırıklarıyla serçeyi beslemeye başladı. Bir süre sonra iyice birbirlerine alıştılar. Serçe geri dönmedi. Stroud'un hücresinde kalıyordu artık.
Serçe üç yıl Stroud'la birlikte yaşadıktan sonra bir gün hastalandı. Stroud'un tedavi çabaları sonuç vermedi ve kuş öldü. Buna çok üzülen Stroud, hapishanenin mütevazı kütüphanesinde kuşlar ve kuş hastalıkları üzerine yazılmış ne varsa okumaya başladı. Küçük kütüphanedeki kitapları bitirince bütün üniversitelere mektuplar yazıp, kuşlar ve kuş hastalıkları üzerine kitap, makale, dergi istedi.
Bir süre sonra o da bilimsel makaleler yazıyordu ve kuş hastalıkları alanında hatırı sayılır bir uzman sayılıyordu artık. Üniversiteler, bilimsel dergiler, bu müebbet hapse mahkûm adamı merak ediyorlardı.
Üniversite öğretim üyelerinden biri, sürekli olarak mektuplaştığı Stroud'a ''Oradan kurtulmanın imkansız olduğunu bildiğin halde, kuşlarla bu kadar çok ilgilenmenin nedenini merak ediyorum'' diye yazdı.
“Alcatraz Kuşçusu” olarak tanınan, bu isimdeki ünlü film ve romanlara konu olan Robert Stroud'un cevabı bugün San Francisco müzesinde duruyor. ''Umut'' diyordu Stroud. ''Bütün bunların nedeni umuttur sevgili bayan. Bir gün buradan çıkacağım umudumu hiç bir zaman yitirmedim. Zaten bu umudu yitirirsem ölürüm'' diye de ekliyordu. Stroud, Alcatraz'da tam 54 yıl yattı ve umudunu bir tek gün bile yitirmedi...
On sekiz yaşından büyük tüm Parisliler sonbaharda silahlandırılmışlardı. Nedir, halk yine de kendilerinin bir toplarının olmasını istiyordu. Belville'deki bir toplantıda işçiler top dökmeyi önermişler ve bunun için kaynak yaratılmaya başlanmıştı. Sonunda çanlar, bronz, bakır ve demir heykeller eritilerek bunlardan bir top dökülmüştü. Topa 'Marianna' adını koyan Parisliler, 'Mariannacığım varoşlarda doğdu' diye marş söylüyorlardı. Yine yoksullardı, yine evsizlerdi ama şimdi insanın yüreğine takla attıran, sarhoş edici bir özgürlük esintisi vardı Paris'in kestane ve ıhlamur ağaçlı sokaklarında.
''İş, ekmek, özgürlük. Yurttaşlar barikatlara'' diye bağırıp siperlere girerken, kurdukları Paris Komünü'nün hiç bir zaman yıkılmayacağını umuyorlardı. Bu umutla ayakta durabiliyor, bu umutla birbirlerini ve hayatı seviyor, bu umutla yoksulluklarını, açlıklarını ve yalınayak oluşlarını unutuyorlardı...
1937 Mayıs ayının sıcak bir günüydü. Havada yeşermiş ekin ve toz kokusu vardı. İspanya'da General Franco'nun falanjistleri ile Cumhuriyetçiler arasındaki iç savaşın birinci yılına girilmişti. Silahça ve adamca çok daha az olmalarına rağmen, Cumhuriyetçiler yine de çatır çatır direniyordu.
Guernica köyünün halkı o sabah da her sabah yaptıkları gibi tarlalarına doğru yürüyorlardı. Birden gökte uçaklar gördüler. Bombalar yağdı. Yandılar, kavruldular. Daha on gün önce ellerindeki derme çatma silahlarla göğüs göğüse çarpışırken, ''No pasaran'' diye bağırmışlardı. Yani ''Geçit yok''. Çünkü umutluydular. Ne kadar yoksul olurlarsa olsunlar, gün gelip insanca bir yaşama kavuşma umudunu hiç bir zaman yitirmemişlerdi....
Kısacık boylu, esmer, sıska, kara kuru kadın şarkı söylüyordu. Gece klubünün loş ışıkları yüzüne düşüyor ve kadının kan kırmızısına boyanmış dudakları ile kapkara gözlerini aydınlatıyordu.
Kadın genizden gelen boğuk bir sesle ''Esperanza, esperanza'' diye sanki ağlıyordu. ''Umut, umut'' diyordu yani. Sonra da devam ediyordu. ''Umut, budur yaşamın temeli. Umudun ölürse, bil ki sen de ölürsün''.
Kadın zengin, yakışıklı ve çok ünlü bir adama sırılsıklam âşık olmuştu ve kavuşmalarının imkânsız olduğunu biliyordu. Ama yine de şarkısını söylüyordu Edith Piaf. Paris kaldırımlarının bu minik serçesi, bir karış boyu, veremli ciğerleri ile hayata meydan okuyor, aşkına olan umudunu bütün dünyaya duyuruyordu. ''Esperanza, esperanza''...
New York'un İspanyol Harlemi'nde doğup büyüyen güzeller güzeli Maria, bir çok delikanlı gibi Jetler çetesinin lideri Tony'yi de kendine aşık etmişti. Tony, New York'un ''Batı Yakası''nda, gece, bir elektrik direğinin altında şarkı söylüyordu. ''Yüreğim her gün daha da yanıyor ve bu yangına sıkacak su yok'' diyordu Tony. ''Mi canto la esperanza'' diye kendine acıyordu. Yani ''Benimkisi yoksul bir umut şarkısı''.
Natalie Wood ve George Chakiris'in oynadığı, Robert Wise'ın unutulmaz filmi ''Batı Yakasının Hikayesi''ndeki Tony, Maria'ya olan aşkının hiçbir zaman mutlu sona erişemeyeceğini biliyordu. Ama hiç bir zaman da umudunu yitirmiyordu. Maria'nın dizlerine başını dayayıp ölüme giderken bile hala ''Benimkisi yoksul bir umut şarkısı işte'' diye şarkısını söylemeyi sürdürüyordu...
Örnekler daha da çoğaltılabilir elbette. Neyi anlatırsak anlatalım, aslolan umuttur. Edip Cansever ''Umutsuzlar Parkı''nda aslında insanların her şeye rağmen yüreğinde gezen kıpır kıpır bir umudu anlatır. Lorca ''Umutsuzluk Şarkısı''nı yazmıştır ama, umudun bir simgesidir kendisi ve o umudu sayesinde ölümü gülerek karşılamıştır.
Siz bakmayın Nietzche'nin Pandora'nın kutusunun içinde en son kalanın umut olduğunu anlatıp, ''umut en son kötülüktür'' dediğine.
Umut bisiklete binmek gibidir. Umutlarımızı kaybedersek düşeriz ki, Himalaya uçurumları kaç para?.. .
YORUMLAR