Ağrı Dağı efsanesi
Dışarıdaki gürültüler iyice artınca, pencereye yaklaştı. Bir çınar ağacı kadar uzun gövdesini başı pencere hizasına gelinceye kadar eğdi ve sol gözünü cama yaklaştırıp, dışarıya baktı.
Duydukları doğruydu. Dün gece bir iki dostu, “dikkatli ol, yarın öğlen mapusaneyi basıp, seni paralamaya çalışacaklar” demişti. Gelmişlerdi ve şimdi oradaydılar işte. Bağıran, ellerindeki sopalarla duvarlara, kapılara, pencerelere vurup duran insanlar avluyu doldurmuştu. Bir ara kaymakamı da gördü. Kollarını havaya kaldırmış, hapisaneye saldıranları durdurmaya çalışıyordu. Ellerin ona doğru uzandığını gördü. O ellerin, kaymakamı saçlarından tutup çekiştirdiklerini de gördü.
Pencereden biraz geri çekildi. Soluklandı. Yeniden baktığında kaymakamın gözden kaybolduğunu fark etti. Kaymakamı savurup atan kalabalığın akın akın cezaevi avlusuna doluştuklarını gördü. Derken, o kalabalık içindeki bazılarının ellerinde öğlen güneşi altında parıl parıl parlayan bıçaklar taşıdıklarını da gördü. İçi daraldı. Daldı.
Bıçak. Kendini bildi bileli hep karşısına çıkan o uğursuz, o soğuk, o karanlık çelik. Can korkusunu unuttu. Daldı gitti…
Köyde bir kurban bayramı. Koyunlar kesilmiş. Eniştesi, ağaca asılmış kurbanlıkları yüzüyor. Köyün öteki çocuklarıyla birlikte o da ağaca biraz daha yaklaşıyor.
“Ortalık yanık bir kokuyla dolu. Havada yanmış ekmek, nemli bataklık, kekre, acı, sert bir ağaç kokusu ama ille de taze, büyülü ve köpürmüş bir kan kokusu var”.
Birinciyi yüzdükten sonra ikinci koyunun başına geçen enişte, gök terler içinde işini görürken, kan ve yağ ile iyice kayganlaşmış olan keskin bıçak bir anda elinden fırlıyor. Mavi yalımlı bıçak vınılayarak gelip, onun o masum çocuk gözüne saplanıyor. İnceden bir çocuk çığlığı duyuluyor. Bitti…
Yeniden dışarıya baktı. Hapishane avlusu şimdi daha da kalabalıklaşmıştı. Derken, adamlar jandarmayı yarıp, kapıyı zorlamaya başladılar. Bazılarının tekbir getirip namaz kılmaya başladıklarını gördü. Parıldayan bıçaklar ve secdeye varmış adamlar. Yine içi daraldı, yine daldı…
Köy camisinde, babası ve ağabeyiyle birlikte namaz kılmışlar. Babasıyla ağabeyinin tam ortasında duruyor. Namaz bitmiş. Ağabeyi ansızın ayağa kalkıyor. İki hızlı adımla babasının arkasına geçiyor. Elinde bir bıçak beliriyor. Mavi yalımlı o soğuk, o karanlık çelik, caminin serin loşluğunda parlıyor. Bıçak defalarca babasının vücuduna saplanıyor. Babası yavaşça yere uzanıyor. Çocuk bu kez çığlık atamıyor. Konuşamıyor.
Bitti…
Yeniden dışarıya baktı. Hapisane avlusunda şimdi kimse yoktu. Komutanın sesini de o anda duydu. Jandarma komutanı, yukarıya çıkmak isteyen kalabalığa, “onu dün gece başka yere gönderdik, yukarıda kimse yok, boşuna devletle takışmayın” diyordu. Sonra uzaklaşan ayak seslerini duydu. Sakınarak tek gözünü cama yaklaştırdı. Kalabalığın avludan uzaklaştıklarını gördü. Rahatladı. Bitti…
Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan Türk edebiyatının yaşayan efsanesi Yaşar Kemal, küçücük bir çocukken halasının eşinin kurban keserken yaptığı kaza sonucunda elinden fırlayan bıçağın saplanmasıyla gözünün birini kaybetti. Belki de çok küçük olması nedeniyle bu kazayı fazla önemsemedi. Daha sonraları, “bu sayede dünyaya çok daha dikkatle bakar oldum” diye konuştu.
Nedir, bir iki yıl sonra karşılaştığı bir başka olay, Yaşar Kemal’i derinden sarstı. Göç ederken yolda bulup evlat edindikleri Yusuf adlı ağabeyi, camide namaz kılarlarken, o sıralarda beş altı yaşlarında olan Yaşar Kemal’in gözleri önünde babaları Sadık Bey’i bıçaklayarak öldürdü. Yusuf’un bu cinayeti niçin işlediği asla bilinemedi.
Babasının gözlerinin önünde hem de ağabeyi tarafından öldürülmesine tanık olan Yaşar Kemal, yıllarca bunun etkisinden kurtulamadı. O gece sabaha kadar “içim acıyor” diye ağladı. Sabah olunca sustu. Bu suskunluğu tam yedi yıl sürdü. Yaşar Kemal yedi yıl boyunca neredeyse hiç konuşamadı. Ara sıra konuşmaya çalışınca da kekeme olduğu görüldü. Bu uzun yıllar içinde Yaşar Kemal sadece türkü söylerken kelimeleri düzgünce seslendirebildi.
On yedi yaşındayken sol fikirlerle tanıştı ve yine aynı yaşında ilk tutukluğunu yaşadı. Çıktı. Askere gitti. Tezkereden sonra memleketi Kadirli’ye döndü. Adliye önünde dilekçe yazan bir ‘arzuhalci’ oldu.
1950’de başlayan ‘komünist avı’nın Çukurova’daki ilk kurbanlarından biri Yaşar Kemal’di. Saçma sapan iddialara hedef oldu. Gözaltına alındı.
Cezaevindeyken linç edilmek istendi. 1950 Nisan ayında kalabalık bir grup, Cuma namazından çıktıktan sonra cezaevini bastı ve Yaşar Kemal’in kaldığı hücreye girmek istedi. Kendilerine engel olmak isteyen kaymakam Ahmet Aydın Bolak’ı saçlarından çekip, uzaklaştırdılar. Jandarma komutanı Yaşar Kemal’i askerlerin kaldığı ikinci kata kaçırdı. Sonra da baskıncılara Yaşar Kemal’in Kozan Cezaevi’ne gönderildiğini söyleyerek ve aynı zamanda silahını da çekerek, onu muhtemel bir linçten kurtardı.
Eşkıya Hilmi adlı bir hükümlünün bıçaklı saldırısına uğradığı hapisten 1951’de çıktı. İstanbul’a gitti. Burada da arzuhalci olarak çalışmak istedi ama olmadı. Parasız kaldı. Gülhane parkında bir ağaç altında gazete kağıtlarından yaptığı bir ‘yatak’ta barınmaya çalıştı. Adana’da tanıştığı Abidin Dino’nun yardımıyla girdiği Cumhuriyet Gazetesi’nde röportajcı olarak çalıştı.
Sonra kendisini dünya çapında üne kavuşturan İnce Memed’i yazdı. Nedir, tehdit ve baskılar nedeniyle kitap uzun bir süre Türkiye’de piyasaya çıkamadı. Yaşar Kemal adı herkesi korkutuyordu.
Sonra o netameli günlerde, ortaya üç yürekli kadın çıktı. Bu üç korkusuz kadın, yani Yaşar Kemal’in eşi Tilda Yaşar, Münevver Andaç ve Güzin Dino, İnce Memed’i İngilizce’ye çevirdiler. O karabulutlu günlerde her türlü belayı göze alarak romanı yurtdışına çıkardılar ve böylece dünya İnce Memed’i, Yaşar Kemal’i, Türk edebiyatını tanıdı.
Bir isyan, bir hak arama ve bir eşkıya destanı olan İnce Memed, seksen üç dile çevrildi. Binlerce kez basıldı. Filme çekildi. Böylece ta İzlanda’nın, Finlandiya’nın, Küba’nın, Afrika ve Asya’nın en ücra köşelerindeki insanlar, Toros dağlarını, deli deli akan Savrun suyunu, Anavarza kayalıklarını, Van Denizi’nin efsunlu peri kızlarını, lavanta mavisi unutmabeni çiçeklerini, hemencecik darılan küstümotlarını bir tamam öğrendi.
Yaşar Kemal Toroslarda bir sarıçam oldu. Hapisane avlularında iğde ağacı oldu. Hastane önlerinde incir ağacı oldu. Gülhane Parkında bir ceviz ağacı oldu. Bizans’ın, Osmanlı’nın kadim İstanbul’unda asırlık çınar oldu.
Hangi ağaç olursa olsun, başı hep göğe erdi. Dimdik durdu.
Öyle de duracak...
YORUMLAR