#dirençocuk: Direnişin çocuk hali!
Uzun ve derin direniş günlerinin içinden geçerken, nefes almak için dönüp yüzüne baktığım varlık, oğluşum. Benim için uzun yıllardır “direniş” kelimesinin gerçek anlamı, Nazım Özgün.
Direniş sürecinde bir ara, 5. Sınıfı takdirle bitirip 6.sınıfa geçti. Bu yaz sanki aniden boyu uzadı. Sanki biraz duruldu, biraz daha kelimelerinin altını çizerek konuşur oldu… Erkekler nasıl büyüyor, görmek çok heyecan verici!
Kadın cinayetlerini protesto yürüyüşlerine, 1 Mayıs’a veya Hrant Dink anma yürüyüşlerine 7-8 yaşından beri benimle beraber katılsa da, Gezi Parkı direnişi, hepimiz için olduğu gibi O’nun için de bir “ilk”. Şiddetin, yalanın ve baskının buncasına çocuk yaşında şahit olmasından başlangıçta endişe etsem de, yaşadıklarımızı anlayabileceği bir dilde, dürüstçe anlattığım zaman, ne kadar üzülüp sıkılsa da, kabullenmesi daha kolay oldu.
”Direnmek, özgürlük için mücadele etmektir ama savaş gibi değil ” dediği gün, gerçekleri görerek büyüyen vatandaş oğlumla farklı bir anlamda gurur duydum.
Direnişin ağır geçen ilk haftalarında Şişli’deki kendi evimiz dahil gaz içinde yaşadığımız için, Nazım Özgün günlerce eve gelemedi. Çok ağır şiddete maruz kaldığımız günlerde, telefonda kısık sesimi duyunca hep “Çok mu gaz yedin? Neden polisler annelere gaz sıkıyor?” diye soruyordu, cevap veremediğim onlarca sorusundan sadece biri.
Gezi Parkı’nda nöbet tuttuğumuzda, bizimle parka geldiği bir akşam epey gaza maruz kaldı. Kaçarken elime sıkı sıkı yapışmış, polisler geliyor mu diye arkasına bakmaya çalışırken “gözlerim çok yanıyor, boğazım acıyor, biz sadece parkta oturuyorduk, neden polis hep gaz sıkıyor?” çığlıkları hala kulağımda. Gaz yediği günden sonra uzunca bir süre ne sokağa çıkmak, ne de parka gitmek mümkün olmadı, eliyle diktiği bostan fidanlarının 15 Haziran’da yok edilmesine, boyadığı resimlerin kaybolup gitmesine, parkın zorla boşaltılmasına, en sevdiği mısırcının da parktan kaçmasına çok bozuldu. O günlerde günde 15 kez sorduğu “Gezi parkımızı çok özledim, polis ne zaman çıkacak da biz parka gideceğiz?” sorusuna alışmak zorunda kaldım.
Ve aniden değil, çabuk çabuk, hemen hızlıca(!) direnişi evin içine taşıdı! Son haftalarda kafasına yatmayan, kendi aklınca benim onun özgürlüğünü kısıtladığım ne varsa protestoya girişti! “Hayır, bunu yapamazsın” dediğimde “Ben de özgür bir insanım, hem de büyüdüm, neden kuralları hep sen koyuyorsun ki?” yorumuyla dağıldım! Sahi, neden kuralları hep sözde(!) büyükler koyar?
Salonda oturuyorum, koridordan sesi geliyor, kapıyı açtığımda gördüğüm manzara: Odasından salona kadar yerde dizilmiş peluş hayvanları, en önde bizimki, elinde kendi yazdığı küçük pankart, slogan atıyor:
“Ev içi otoriteye son! Çocuklar özgürdür! Çocukların her yerde oynama hakkı vardır!”
“Ne yapıyorsun Nazım Özgün, “ev içi otorite” dediğin benim, farkında mısın?”
“Yok, ben genel olarak direniyorum, zaten sen de polis değilsin, bana gaz sıkmazsın ki!”
Yaz tatili nedeniyle giderek uzayan bilgisayar oynama saatlerine kısıtlama getirmeye kalktığımda, özel olarak hazırlanan iki pankartla cevabımı alıyorum:
“Teknoloji hakkım engellenemez!”
Bilgisayar oynamak istiyorum! Hülöğğğ!”
Karşılıklı müzakereler ile bilgisayar saatleri belirliyoruz. “İşte bak gördün mü, gaza gerek yok ki, herkes konuşarak anlaşabilir. Galiba Başbakan çok bağırarak konuştuğu için hiç anlaşamıyoruz!”
Sayabildiği parmakları kadar büyük yaşta ağabeylerin öldürülmesine çok üzülüyor, polis-gaz-TOMA üçlüsünü kanıksamış olsa da, ölüm hala onun için gerçek bir dehşet! Hastanede Mustafa Ali Tombul’un ailesini ziyarete gidiyoruz beraber, yol boyu söyleniyor: “Acaba bir polisin de çocuğu ölse üzülmez mi?”
15 Haziran sonrasında ilk kez #DirenGazeteci yürüyüşü için bizimle Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne geldi. Şişhane metrosundan çıkarken, Twitter’dan polis barikatının fotograflarına bakıyoruz.
“Kim göndermiş yine polisleri, Vali mi?”
“Evet, tabii.”
-kendi kendine söylenerek- “Acaba çocukken Vali’yi annesi hiç mi sevmemiş?”
Galatasaray’da kenardan süzülerek polis barikatının arkasına geçiyoruz, “robota benziyorlar” dediği polislerin çokluğu karşısında bir an duralıyor. Tam önlerinden geçerken duyabilecekleri kadar yüksek bir sesle ” Bakın, ben çocuğum ve buradayım, sakın gaz sıkmayın, tamam mı?” diyerek kendini sağlama almaya çalışıyor. Polislerden biri gülümsüyor ona. Bizimki şaşkınlık içinde elime yapışıyor: “Anniş, ama bak, isteyince gülebiliyorlar!”
Günler, haftalar sonra ilk kez Gezi Parkı’na girdiğinde, parkın boş halinden, sevdiği renkli çadırların yok olmasından, kütüphanenin ve çocuk atölyesinin kaybolmasından epey şikayet ediyor. İlk görmek istediği yer, Gezi şehitlerini anma köşesi. Abilerin fotografları ile konuşuyor tek tek, gözyaşlarımı saklamaya çabalıyorum fotografını çekerken, yanıma gelince ıslak gözlerimi siliyor: “Ağlama ama sen, ben ağabeylere hala direndiğimizi anlattım!”
Parktan çıkmadan altında uyuduğumuz mis kokan ıhlamur ağacımızı kontrol ediyoruz, seviyoruz, kocaman sarılıyoruz ağacımıza! En çok hoşuma giden, ağacın yanından ayrılırken Böcüğümün 'sen kendine dikkat et ıhlamur ağacı, biz yine sana geliriz!' demesi…
Çok iyi biliyorum ki, direniş sürecinden çok etkilenen, gündelik hayatının içinde kendi özgürlük sınırlarını sorgulayan, belki de yaşından önce birey olmayı öğrenen tek çocuk benim oğlum değil.
Canyoldaşlarımdan biri, dostum Elif Doğan, nam-ı diğer Blogcu Anne ile sosyal mecra üzerinden yazışarak tanışalı bir yıldan biraz fazla, beraber otizm kampanyası yapalı 3 ay, sohbetle karışık röportaj yapalı 2,5 aydan fazla oldu. Twitter üzerinden dizi de seyrettik beraber, etkinliklere de katıldık, yazılarımızı ve hayallerimizi paylaştık çokça. Hayat görüşleri ortak iki annenin ne projesi olur ki? Hep oğullarımızı tanıştırmaktan konuştuk, biz ancak bulduk birbirimizi, onlar erken başlasın diye… Bir türlü denk getiremedik! 29 Mayıs’ta beraber yan yana Gezi Parkı’na adım attık, o günden bu yana devam eden direniş günlerimizde de hep yan yana, hatta çoğu kez el ele koşturup kaçtık gazdan, polisten ve şiddetten… Beraber kaç kez canımızı zor kurtardığımızı, kaç kez son dakikada tanımadığımız bir mekana sığındığımızı, kaç kez oğulcuklarımızı düşünüp yaralı ve kaybettiğimiz canlar için dua ettiğimizi, kaç gecemizi Twitter başında sabahlayarak geçirdiğimizi unuttum. Yediğimiz hakaretlerin, canımızı yakan, bizi üzen, hatta dehşete düşüren yorumların sayısı öyle çok ki…
Sonunda bu hafta, çocuklarımızı bir araya getirmeyi başardık. Oğulcuklar kaynaşınca, direnişin başından beri belki de ilk kez biraz “iyi” hissettik kendimizi, sonra da “iyi” hissettiğimiz için “kötü” hissettik, hatta utandık, aklımızda hep çocuklarını bir daha göremeyecek olan anneler…
Geleceğe dair umudum, boy boy çapulcularımızın kitap okuyan halleri, oyun sırasını paylaşmaları ve trajikomik sohbetleri ile tazelendi.
7 yaşına 4 ay kalan Deniz, 12 yaşına 3 ay kalan Nazım Özgün’e Monopoly kurarken soruyor:
“Senin annen de benim annem kadar çok gaz yedi mi?”
Böcük, sıkı Twitter takipçisi haliyle cevaplıyor: “Eee hep yazdılar ya Twitter’dan, hep beraber yediler o gazları!! Biz de seninle büyüyünce Twitter’dan birbirimizi takip ederiz, tamam mı Deniz?”
Deniz, gözleri parlayarak yanıtlıyor: “Tamam!”
Yaşça az(!) büyükler oynarken biraz kenarda kalan Eylül’de 3.5 yaşını görecek olan Derin, birlikte puzzle yaparken “bis seninle iyi anlaşıyoruss” diyor bana, 3 günde sanırım beşinci kez. Toparlacık yanaklarını sıkıştırmaya çalışarak soruyorum, “neden iyi anlaşıyoruz?” “Benimle çok konuştuğun için!” diye bildiriyor. Yemek yerken “aç bakalım ağzını küçük bey!” diyorum, gelen cevap: “çüçük değilim ki, kocaman büyüdüm!” Kırdığım potu toparlamaya çalışıp, “ee tamam işte, ben de bey dedim zaten” diyorum, cevap “Onu da ben baba olunca söyleysin!” 41 yaşındayım, 3 yaşındaki adamcıktan bir kocaman ders alıyorum, çocuklarla çocuk gibi değil, sadece insan gibi, birey olarak konuşmak gerekiyor, o zaman anlaşmak daha kolay!
Gece, Derin’in bana kaçamak gülüşler attığı fotograf pozları ile Nazım Özgün’le Deniz’in havuzda yüzerken attığı kahkahaları yakaladığım karelere bakıyorum, düşünüyorum. Umut nedir ki? Yaşamdan ne ümit eder insan? Sevgi, saygı, keyif, hayatı paylaşmak?
Nazım Özgün her zamanki küçük filozof tavrıyla kafamdaki tüm soruları uykuya dalmadan önce cevaplıyor: “Çok kardeşli olmak biraz yorucu ama güzelmiş. Hep beraber yemek yeniyor, tıpkı İstiklal Caddesi’nde kocaman yer sofrasında yediğimiz yemek gibi! Hep beraber konuşup oyun oynuyoruz, çok da güldük ya hani? Galiba büyük aile olmak böyle bir şey Anniş, her zaman beraber olmak işte, kalabalık olmak güzel şey…”
Hayata çocukların gözünden bakabilirsek, daha çok umut, daha çok anlayış, daha çok paylaşım, daha çok sevgi sahibi olabiliriz. Daha kalabalık olup, farklılıklarımızdan keyif alarak “bir olmak” o kadar da zor değil işte!
Boy boy çapulcular büyüyor bizim evlerde, direnişin en güzel, en samimi, en naif çiçekleri onlar…
YORUMLAR