“Günaydın, bayram geldi mi acaba?”

Gözlerimi yavaşça açtım. Kuş cıvıltıları bile duyulmuyor daha, öylesine erken.

Ne göreceğinden emin olmanın iç huzuruyla gözlerimi açmaktan daha keyifli ne olabilir ki? Hele de sadece 6 yaşındaysan!

İşte orada duruyorlar, yatağımın önündeki halıda, annemin mis gibi ütü buharı kokan dikiş örtüsünün üzerinde: Beyaz pileli eteğini savura savura gezeceğim, kırmızı süs çiçeklerini saymaya doyamayacağım bayramlık elbisemle, kırmızı pabuçlarım!



Çok uzun yıllar boyunca, renkleri değişse de huzur kokusu hiç değişmeyen böyle fotograf karelerinden ibaret çocukluk anılarımı özenle saklıyorum. Huzurun ve güvenin gerçek anlamını bilmek için büyümek gerekse de, anlamını yaşamak için, içinde bir yerlerin hala çocuk kalması gerekirmiş, artık anlıyorum.


Dedemin önünde yeğenler ve komşu çocukları ile harçlık için sıraya dizildiğimiz, kocaman eliyle saçlarımı okşarken “bu bayramı da beraber gördük çok şükür!” dediğinde tok sesini kalbime sakladığım, anneannemin her seferinde aynı saatte kurduğu koca sofrada yer kapmak için uğraştığımız, yılda iki kere kavuştuğum kolonya kokulu mendillerimi özenle biriktirdiğim,

kıyıp da harcayamadığım harçlıklarımla hiç olmadık şeyler almayı hayal ettiğim, annemin şeker toplamaya çıkarken “mahalleden uzaklaşmayın, şekerleri de aç karnına yemeyin” tembihlerine hiç kulak asmadığımız, kirlenen beyaz elbisemin nasılsa yıkanıp temizleneceğinden emin olduğum, lokumlarla şekerleri sokaktaki arkadaşlarımla paylaşarak yediğim ve ne yazık ki, belki de kıymetini bilip de bana o bayram anlarını armağan edenlere hiç doya doya sarılamadığım bayram anılarım…


Çocukluğum, geleneklerle bezenmiş tığ işi dantel gibi eski zamanlardan kalma, bir kitabın sayfalarında sararmış upuzun bir masal gibi artık!


***

Çocukken, bir şeyi istemediğim zaman ellerimi kocaman havaya açıp kaldırır, “hayır, istemem” diye bağırırdım! Şimdi de aynı şeyi yapıyorum aslında, ama içimden bağırdığım için mi duymuyor acaba kimse?!

Son günleri, o sıska, dediğim dedik çaldığım düdük, yaralı dizlerini umursamadan bisikletten düşmeye ve hiç pes etmeden hayal kurmaya devam eden küçük kızı düşünerek geçirdim. Bayramları çok seven o küçük kızdan içimde arda kalan ne varsa, kayıplarımın ve yok oluşların derin sızısıyla sevip okşadım. Avutmak için değil, unutmamak için. Hep hatırlamak için. İçinde büyüdüğüm kocaman aileyi oğluşuma hiç yaşatamamış olmanın derin sızısıyla çevrelenmiş, geri dönüşü olmayan hatalardan ders alsam da gidişatı düzeltemeyen bir kabullenmişlik hali. Kabullenmek, derin acımın sızısını geçirseydi, iyiydi...

Rahmetli hacı dedem, "Ramazan, insanın nefsine hakim olmayı öğrendiği zamandır. Ardından gelen bayrama "şeker bayramı" deriz ki, şekerle sadece ağzımız değil, dilimiz de, ruhumuz da tatlansın!" derdi. Oysa çocukluğumun bayramına ne diyeceğimin bile dikte edilmeye çalışıldığı bu zamanda, buruk, ekşi hatta tatsız tutsuz şimdi bütün şekerler!



***

Dün sabah, bayramın ilk saatlerinde kafasını yavaşça odanın kapısından uzatan Nazım Özgün: "Günaydın, bayram geldi mi acaba?" diye sorduğunda anladım ki, bayramla arama giren mesafe, haliyle oğluma da bulaşmış olabilir.



Bayram çocukluğum bitince mi bayram olmaktan çıktı, yoksa kendi çocuğumu hiç bayram şekeri toplamaya gönderemediğim zaman mı, bilmiyorum.



Aynı sofranın etrafında toplanan canımdan parça yüzlerin sayısı giderek azalıp yok olduğunda, telefonumda toplu bayram kutlama kampanyasından çıkma mesajlar arttığı zaman da olabilir.



Tek bildiğim, bu bayramda hiç de kutlama yapacak bir ruh haline sahip olamadığım...



Geçmişinde ve bugününde bunca kan, gözyaşı, kayıp ve hüzün olan bir ülkede, neyin bayramını kutlayacağımı bilemedim. Zaten bayramlar da benim yaşayarak öğrendiğim, öğrenirken büyüdüğüm bayramlara da benzemiyor uzun süredir.



Diyeceksiniz ki, çok uzun yıllardır zaten kutlama yapılacak halde değiliz, bu ülke ne zamandır bayramlık giyemedi ki? Haklısınız!



Uzun uzun anlatıyorlar hala, bayram küslerin barıştığı, sevgiyle kucaklaşılan, hasretlerin bittiği, kocaman aile sofralarına oturulan, çocukların şeker topladığı, çiçekli mendiller biriktirilen ve birlikte yaşamaktan mutlu olduğumuz günlerdir.



Emin misiniz? Ben değilim.



Küslerimle barıştığım değil, canımı acıtan insanları hayatımdan ayıklayarak biraz daha azalmış, biraz daha yalnız ama biraz daha sağlamlaşmış hissettiğim bir bayram bu benim için.



Çocuklarımız pedofiliye kurban gitmesin, kaçırılmasın diye şeker toplamaya yıllardır gönderemediğimiz bir bayram...



"Aile" denilen kavramın ancak kadir kıymetini bilene, egolardan uzak yaşamayı seçene, vazgeçmeyene, affetmenin yüce gönlünü gösterebilene has kaldığı bir zaman.



Sevginin dehşet verici ayrımcılık ve ötekileştirme ile nefrete dönüştüğü günlerden geçerken, hangi hasretle kucaklaşmadan bahsedilebilir ki?



Daha çok düşündüğüm, daha çok öfkemi içime sakladığım, yokluklarımızı ve yoksunluklarımızı anlatıyorum ve onlardan şikayet ediyorum diye "içimde nefret büyütmekle" suçlandığım oldukça garip bir bayram.



İnsanın canından canının yokluğunun hiçbir şeye benzemediği gün, bayram olabilir mi ki?



Ethem Sarısülük... Mehmet Ayvalıtaş... Abdocan Cömert... Ali İsmail Saymaz... Mustafa Sarı... Medeni Yıldırım... Berkin Elvan... Mustafa Ali Tombul…



Bu canların evlerine de bayram gelmiş midir sizce?



Veya bayrama birkaç gün kala, zaten yıllardır hasret büyüdükleri babalarına daha da hasret kalarak büyümek zorunda kalacaklarını öğrenen Mustafa Balbay'ın çocukları, ne düşünür ki şimdi?



"Babamı alamazlar benden!" diye haykırarak babasının hücrede yetiştirdiği naneye sarılan Nazlıcan Özkan, ne hisseder ki bu bayramda?



Bugünlerimizi görseydi, “Beklemesini bilirsen, elbet zor günlerin ardından da yeniden güneşin doğduğunu görürsün.” derdi, ruhumu herkese eşit mesafede tutmasını öğreten dedem…



Elbet geçecek bu zor günler... Elbet bir lokma şekeri paylaşmanın tadını bulacağız bir gün yeniden! Ama, var daha zamanı.



Bu bayram ne zaman birazcık bayram gelmiş gibi hissettirir ki diye kendimi zorladığımda, aklıma gelen ilk şey, ‘55 gündür yaşam uykusunda mücadele eden Berkin Elvan uyanırsa…’ oldu.



Çocuklarımızı “devlete hibe etmek için” değil de, dünyaya iyi davranacak gerçek insanlar olarak yetiştirmemiz konuşuluyor olsaydı eğer, belki biraz daha bayram gibi hissedebilirdim.



Dağa çıkan gençler koşa koşa gelip annelerine sarılsa, bir bayram sabahı oğlunun kokusunu içine çekmek yerine mezar toprağı avuçlamasa annelerin elleri, sokakta ailesiz binlerce aç çocuk koca koca gözleriyle dünyaya bakmasa, siyasi kavgalar uğruna özgürlükleri ellerinden alınanlar ailelerine kavuşsa artık, belki biraz daha bayram gelirdi kendi yolunda özgürce yürüyüp gidemeyen ülkemin günlerine…



İçimde, kimselere göstermeden sakladığım beyaz pileli elbisemin buruk anısı, artık hiç oturamadığım aile sofrasının kolumu kanadımı kıran hüznü, yalnızlığımın en dibinde yoklukların, yoksunlukların, bir hiç uğruna canından olanların derin acısı.



Mor anı kutumda duruyor anneannemin kolonya kokulu mendillerinin sonuncusu. Sıkı sıkı tutuyorum elimde, karanlıkta oturuyorum, sesimin çatlak sızısını duysam da aldırmadan usulca mırıldanıyorum: “Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa…"

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.