Ölümü anlattım oğluma
Bizim evde bu ara gündemde ölüm var. Yani benim hep gündemimdeydi de, beş yaşına yaklaşan oğlumun da radarına girdi konu.
Malum, beş yaş çocukların ölümlü olduklarını, bir sonları olduğunu algılamaya başladıkları bir yaş. Thich Nhat Han, belki de bu yüzden “Beş yaşına gelen her insan ızdırabın tadına bakmıştır.” diyor.
Bu süreci merakla bekliyordum. Geldi de çattı.
Babasına kızıp hiddetle diyor ki, “Baba sen bugün öl, ama hemen öl.”
Babası soruyor, “Pazartesi şu kuruyan hamurlardan alacaktık ya, onları almadan mı öleyim?”
“Hımm” diyor, “Tamam pazartesiden sonra öl, bana hamurlarımı getirince öl.”
Gülümsüyoruz. Soruyorum, “Canım sen aslında bu ölüm nasıl bir şey onu çok mu merak ediyorsun?”
Gözleri parlıyor. Evet derken koca gözlerini bana çeviriyor.
“Bedenimizin bir sonu var” diyorum.
Cümlelerimin arasında duraklıyorum; tüm empatim, sezgilerim ve görme yeteneğimi seferber ediyorum. Duruma göre ilerleyeceğim.
Dikkatle dinliyor, sakin.
“Hepimiz yaşlanacağız, hastalanacağız ve öleceğiz oğlum. Tüm insanlar. Bedenimiz hayat boyu bize eşlik eden en yakın arkadaşımız. Yoldaşımız sonlu…Tabii bizim bir de ölmeyen doğamız var.”
“Ne demek o ölmeyen doğa?” diyor, “Nerde görücem onu?”
“Zaten görüyorsun... Elimizle tutamadığımız ama var olduğunu bildiğimiz pek çok şey var biliyorsun. İçine bakıyorsun ya hani” diyorum. “Gözlerini kapatıp, hani bana sevgi şarjının kaç olduğunu söylüyorsun içindeki ekrandan. Hani içindeki bulutları gözlemliyorsun, sonra anlatıyorsun bana olanı biteni. İşte o gökyüzü ölmüyor, yok olamıyor.”
Burası kafasına tam yatmaz sanıyorum, garip bir şekilde hiç öyle olmuyor. Devam ediyor:
“Peki beden ne oluyor anne?”
“Beden” diyorum, “Aynı bulutlar gibi işte. Bulutlar geziniyor geziniyor, sonra yağmur olup yer yüzüne düşüyor ya, tatlı sular, denizler… Bak şimdi benim çayıma girmiş o bulut. İşte bedenlerimiz de böyle. Topraktan, sudan bedenimizin malzemesi, onlara dönüşecek, toprağa karışacak.”
“Tamam” diyor. Daha uzatmıyorum, bu diyalog nihayete erdi onun açısından, dikkati oyuncaklarına döndü bile. Hızlıca kendime bakıyorum, rahatım huzurum yerinde, içim geniş.
Biliyorum, anlattığım hikaye yan yana otururken nasıl hissettiğime göre o kadar önemsiz ki! Bu hikayeyi çok yüksek ihtimal hatırlamayacak, ama içinde hisler yer edecek. Güvenle oyuncaklarına dönerken muhtemelen anlattıklarımı hatırlamıyor bile. Daha ziyade “Hıh tamam annemle bunu konuşabilirim, korkmadı, kötü hissetmedi” gibi küçük bir tat kalıyor ağzında.
Biliyorum, yine soracak. Pek çok kez konuşacağız, tekrar tekrar farklı açılardan mevzuya bakmamız gerekecek. Ya biz ölürsek ona kim bakacak? Çocuklar da ölür mü? Bunlar da teker teker gelecek.
Biraz daha büyüdüğünde uygun zamanda demek istiyorum ki, “Aslında hiç birimiz tam olarak bilmiyoruz. Büyük bir gizem bu. Senin de hayatın bir nevi bu soruya verdiğin yanıt olacak. Kendi cevaplarını bulma sorumluluğun var. Benim söyleyeceklerim benim hayatımın bana öğrettikleridir. Sınırlı, geçici, kusurlu tüm söylediklerim...”
Şimdilik kafasını çok karıştırmamam, içine korku salmamam ve gerçeği eğip bükmemem benim için yeterli. Kendi gerçeğim beni onunla rahatça konuşturabildiği için, şimdilik bu koşullarda en iyi cevabım bu. Belli gözlemleme pratikleri olması, içini gökyüzü gibi izlemeyi bilmesi elbette yardımcı oluyor. Tıpkı pratiklerimizin bize yardımcı olduğu gibi!
Neyse sonra o gece yatıyoruz. Kitaplar, masallar, derken rutinde uyku öncesi son aşama: “Hadi sohbet edelim anne.”
Haftaya o sohbetten devam edeceğim.
YORUMLAR