Cümle birikintisi
Çıkıyor işte ağızdan. Duymaya gerek yok, görüyorum kadınların gözlerinde...
“Ben didinip çabalıyorum, sen ne iş yapıyorsun? Bir tek yemek, bulaşık! Ona bile söyleniyorsun!”
“Sen şımartıyorsun bu çocuğu sonra da böyle her şeye ağlıyor!”
“Sürekli hasta, bakamıyorsun sen bu çocuğa!”
“Kaç kere söyledim bunu yeri değişmesin diye!”
Sanırım en çok evlilikte ya da ebeveynlerle ilişkide birikiyor cümleler.
En çok eşinden ve anne babandan duydukların üst üste diziliyor zihninde. Bulanık birikintilere dönüşüyorlar kalbinde.
Sinirli oldukları bir anda suçlanıveriyorsun. O cümleyi alıyor, eğiyor büküyor, defalarca yeniden söylüyor, altından girip üstünden çıkıp canını yakıyorsun.
Benzer anılar üşüşüyor sonra aklına. Daha önce birebir aynısını yaşamıştın; öncelik o anlarda. Sonra aynı bu şekilde hissettiğin diğerleri eklemleniyor yanlarına. Cümlenin ardındaki dağ büyüyor, büyüyor içini kaplıyor. Kulakları uğulduyor insanın. Ağzına geleni söylemek istiyor. Suçlamak ya da kendini savunmak istiyor. Haklılığını kanıtlamak…
Ya da susuyor. İçindeki tüm öfkeye, duyduğu cümlelerin onda hissettirdiği zorunluluğa rağmen her şeyi yapmaya, beklentiyi karşılamaya çalışıyor.
Evdeki tüm işi daha bir sıkı göğüslüyor mesela o görsün diye. Bir yemek, bir bulaşık değil çünkü anlasın istiyor söylemese bile.
Çocuğu her tutturduğunda tahammülü düşmeye başlıyor. Ben mi şımartıyorum yoksa bu çocuğu diyen iç ses öfkelendiriyor çünkü iyiden iyiye.
Hasta olmasın istiyor bebeği hiç; yeniden yaşamamak için o vicdan azabını, derinlerden gelen ve ona ait olmayan suçlamayı.
Çok fazla duygu var o cümlelerin ardına yığılan: Utanç, kaybetme korkusu, sevilme ve kabul arzusu, çaresizlik, öfke ve panik…
Çok fazla düşünce var peşi sıra; yetersizlik, değersizlik, haksızlık…
Ve çok fazla yargı; kültürden, aileden, deneyimlerden, çevreden, kim ne derden ve iç sesler korosundan beslenen.
Belki de insan daha az yara alır ona yöneltilen suçlamalardan kendini de suçlamasa, yargılamasa. Kendi iç sesini ve başkalarına ait olanları ayıklasa.
Görebilir o cümlelerin ardında yatan ihtiyacı ve kişisel almaktansa odaklanabilir o anki duruma. Ama kendimizi yargıladıkça çıkmak zor işin içinden. İnsan kalbini bile duyamıyor kulağındaki gürültücü seslerden.
Bazen durup dinlemek iyi geliyor her birini, kapılmadan ya da inanmadan, sana “gereklilik” diyen cümlelere aldanmadan. Seni zorlayanlar çıkıyor o zaman birer birer sahneye.
Soruyorum o anlarda kendime:
"Bu bir gerçek mi yoksa bir yorum, bir yargı mı?” diye.
Şimdiye kadar gerçek dediğim pek çıkmadı.
Ve o yargılar, yorumlar ya çocukluğumdan ya da başkalarından kalmaydı.
Yorumları bir köşeye kaldırdığımda görebildim o anki ihtiyaçlarımızı. Şımarıklık etiketinin ardında yatanları ve o an bunları karşılamak için ne yapacağımı.
Çocuğumun hastalanmasını kontrol edebilir miydim gerçekten? Yoksa üzüntümüz müydü bizi birbirimizi ve kendimizi suçlamaya iten? Birimizin yorgunluğu kaldıramıyordu da diğerinin isteklerini, adaletsizlik ve yetersizlik düşünceleri miydi ötekinin katkısını önemsiz gö(ste)rmeye iten?
Kendi hislerimi anlamak ve düşünceleri ayıklamak değiştirmiyor elbet karşımdakinin söylediklerini, suçlamanın ağırlığını ve de kalp kırıklıklarını. Ancak kendimi yargılayan iç sesimin, suçlandığımda yaşadığım içsel sürecin, duygu ve ihtiyaçlarımın farkında olduğumda savunmaya geçmeden ifade edebiliyorum gerçekte ne hissettiğimi. “Görünür” oluyor kalbim karşımdakine.
Başkalarına yönelttiğim suçlamaların ardında yatan düşünceleri, duygu ve ihtiyaçları kavradığımda karşımdakinin de kestirebiliyorum kendi nedenlerini bir de. Gerçekte benimle değil, kendi iç sesleriyle ilgili olduğunu bilmek iyi geliyor ve çoğunlukla ilişkilerimde bir çözüm süreci başlayıveriyor.
Hemen değil yavaş yavaş; cümle birikintileri buharlaşıyor.
Ve güçleniyorum ben de.
YORUMLAR