İyileşme Günlükleri - 5
Haziran '17
İyi hatırlıyorum değişimin başladığı günü. Naomi Aldort'un "Çocuğunuzla Birlikte Büyümek" isimli kitabını okuyordum. Kitap beni her cümlesiyle sarsıyor, içimdeki bütün taşları yerine oturtuyordu. Beni elimden tutup kendi içime, çocukluğuma doğru çekiyordu. Kitabı okurken hem çocuk oluyor hem de kendimi anlamaya başlıyordum.
Adını koymama yardım etmişti Naomi. Çocuklarla konuşurken kullanılan kelimelerin, koşullu sevgi dilinin, ödül ve ceza gibi kontrol yöntemlerinin, ihtiyaçlara değil davranışa odaklanan ve çocukların içten gelen bilgisine, ihtiyaçlarını bilebileceklerine güvenmeyen yöntemlerin onlarda hangi duygulara yol açabileceğine işaret ediyordu. Bütün bunlar en derin dertlerimi isimlendirirken ve neden sonuç ilişkilerini çözerken yoluma ışık tutuyordu.
Hissettiğim, tetiklendiğim, beslendiğim şeyin adı konunca sanki her şey bir anda netleşti. Benim birbirinden bağımsız sandığım olaylar, tepkiler, düşünce ve inançlar bir şekilde tam da oraya bağlanıvermişti. Adı "değersizlik hissi"ydi ve öyle sıradan bir his değildi. "Bana öyle davranınca/söyleyince kendimi değersiz hissettim/bana değer verilmediğini düşündüm." gibi yüzeysel hiç değildi.
Bu; var olduğun için, sadece bu dünyaya geldiğin için değerli olduğunu bilmemek ve hissetmemekti. Her canlının, her şeyin tam ve değerli olduğunu, bu koca evrende önemli bir yeri olduğunu ve olduğu gibi sevildiğini hissedememe; varlığının değersiz veya ancak belli koşulları yerine getirdiğinde önemli/ değerli olduğuna inanma haliydi. Bir çeşit değersizlik inancı diyorum şimdi ona "yara"dan çok. Güçlü bir inanç; sağlam ve hayatıma dair yazdığım hikâye ile sürekli olarak kendini kanıtlayan bir inanç.
Şimdi biliyorum ki içimdeki öz gitmemişti bir yere. Onarılmaz bir yara almamıştı. Yara alan benim kendimle ve özümle kurduğum ilişkiydi. Kendimle nasıl bir ilişki içindeysem, diğer herkes ve her şeyle de öyle ilişki kuruyordum üstelik. Benden beklendikçe bekliyor, talepleri karşıladığım oranda değer görüyor, taleplerim karşılandığı oranda değer veriyordum karşımdakine.
Özdeğerimi, var olduğum için değerli olduğumu, hissedemediğimden; ona olan körlüğümün yarattığı bütün ihtiyacımı dışarıdan beslemeye çalışıyordum. Aldığım onaylar kadar değerliydim. Taleplerime verilen olumlu cevaplar kadar. Aranıp sorulduğum, övüldüğüm, başardığım kadar. Ve buna öyle açtım ki elimden gelen her şeyi yapmaya çalışıyordum haliyle. Dolmuyordu ama bir türlü içim. Yetmiyordu ve zaten ben de yetemiyordum herkese.
Mevcut kültürün verdiği mesajlar öyle çok ki; çocuk içindeki özü bilerek doğduğu halde, inanacak tek bir şey bulamaz oluyor kültüründe içindeki özdeğere, özsevgi ve özyetere. İnşa edemiyor özsaygısını ve özgüvenini. Özşefkat gösteremiyor hiç kendine. Özünden farklı ama onun kadar güçlü inanışlar yerleşiyor içine; kendinde yanlış, eksik, kötü bir şeyler olduğuna dair her cezada mesela ve hatta öfke belki de.
Bu inancımı, eski deyişimle yaramı, fark ettiğimde adını koymak hafiflikti. Artık kendimi yargılamama gerek yoktu. Dertlerimin yüzeyinde gezmeme gerek yoktu.
Artık davranışımın kök nedenini ve o inancın içimi bir sarmaşık gibi nasıl kapladığını görebiliyordum. Her tetiklenmemde geriye doğru dallarını izleyebiliyordum.
Bir işaret koyuyordum hemen oracığa; "Böyle oldu ve şöyle hissettim, şöyle düşündüm ve şunu yaptım" diyordum. İşaretler çoğaldıkça tanımaya başladım daha yaklaşırken benzer düşünce ve duygular. Artık bana doğru geldiğini ve tetikleneceğimi biliyordum. Daha önce yaşadığım şeyi hatırlıyor ve durabiliyordum. Kendime hatırlatıyordum değersiz olmadığımı.
Önceleri tepkilerimi kontrol edemesem de zamanla öğrendim durmayı. İlk tepkime susmayı ve kendime "Böyle hissetmeseydim ne olurdu, bu hikâyeden vazgeçseydim kim olurdum, ne derdim?" diye sormayı. Zamanla ortaya çıktı gerçek tepkilerim, yavaş yavaş duymayı öğrendim kendi sesimi içimden.
Sonra karşımdakini duymayı da öğrendim onun hakkında kendi yazdığım hikâyeden bağımsız."Bana değer vermiyor, beni benim onu sevdiğim kadar sevmiyor, bunu istiyorum ama o yapmıyor"ların sesi kısılınca merak duymaya başladım ötekinin kendi gerçeğine. "Dur Seda!" diyordum, "Aslında ne demek istedi sormalısın. İhtiyacı ne, duygusu, nedenleri ne?" ve rahatlıyordum da yazığım hikâyelerin alakasızlığını gördükçe. Ne kendimi ne onu yargılıyordum artık. Kimsenin yerine düşünmüyor, hikâye yazmıyor daha çok soru soruyordum. Dinlemeyi öğreniyordum; kendimi ve ötekini bir de kişiselleştirmemeyi ve kendim ile olay arasına bir nefeslik mesafe koyabilmeyi.
Yapamadığım çok an oldu. Duramadığım, paniğe kapıldığım... Düşünmek ve anlamak için kendime bir mola anı yaratamadığım. O anlarda bunun bir yolculuk olduğunu hatırlattım kendime. Fark ettikçe iyi olacağıma inandım. Yol bitmeyecekti. Yanlış diye bir şey yoktu. Hata yoktu. Öğrenmek vardı her defasında kendimle ve hayatla ilgili yeni bir şeyleri. Her durumda daha çok anlamak vardı ve değişmek anladıkça kendimi.
Yolda olduğumu bilmek çok şeyi kolaylaştırdı. En çok da her şeye rağmen yine değersiz olduğumu düşünüp tepkisel davrandığımda kendime şefkat duymayı...
YORUMLAR