Toplum

Arazimize gidebilmek için deniz boyu dizilmiş yazlık kasabalardan doğuya, dağların içine doğru girmemiz gerekiyor. Neredeyse kel, dikenli çalılar ile kaplı, kayalık iki tepeyi, bir de dağı aşıp yerleşeceğimiz vadiye ulaşıyoruz. Yazları, hatta ilkbaharın sonu ile sonbaharın başı öyle kurak geçer ki burada; mümkün olan her yere kazılmış yağmur suyu göletleri görebilirsiniz. Yağan azıcık yağmuru tutar da gölet, hayvancılıkla geçinen civar köylerin hayvanları susuz kalmaz yaz boyu. Baktığınızda oldukça şekilsiz görünen bodur dikenleri vardır buraların. Yürüyemezsiniz öyle kolay merada. Toprağı serttir. Taşlıktır.


Kırsalda bir yaşam hayal ederken çocukken çizdiğimiz pastoral ve romantik resimlerden seçme bir dünya yaratmak çok normal aslında zihnimizde; yılın her mevsimi akan bir dere, göz alabildiğine uzanan yemyeşil araziler, mis gibi kokan humuslu bir toprak, dağların ardından doğan güneş, yakında bir orman, bereketli, neşeli bir bostan... Haritada işaretliyor o yüzden insan tam da oraları; yeşil kısımları. Çoğumuz bir gün huzuru bulacağımız, verandada oturup kitabımızı okuyacağımız o cennet köşesinde yaşamayı istiyoruz. Ya emeklilikte ya da kaçabilmek için hemen şimdi.


Dolayısı ile bizi ziyarete gelen bazı misafirlerimizin hayal kırıklığına uğradığı doğrudur ve anlamadığı ne aradığımızı burada. Sırtını ormana veren bir şehirde büyümüş benim için de zor oldu İzmir'in bodur makisine alışmak ve sevmek. Yerleşmek için gezerken köylerini yavaş yavaş tanıdım ve alışmaya başladım mevsimlerine. Arazinin baharını, uyanışı görmek ise resmen köklendirdi beni daha yerleşmeden yeni köyüme. Dağ lalelerini gördüm mesela bir anne menengiçin dibindeki taş öbeğini saran. Sümbüllerini, çaltının o küçücük ve narin çiçeğini. Yabani otlarını yedim, kekiğini kokladım, balından tattım. Araziden beslendikçe oraya ait olmaya başladım.


Ama zayıf işte yıllarca sürülmüş, tek tip/çeşit ekilmiş, plansız meracılıkla kötü otlatılmış toprağın mikrobiyolojik çeşitliliği ve yağmuru tutma kapasitesi az... İşler böyle olup, biz buradan geçinmeyi aklımıza koyunca sık sık soruluyor tabi: Ne işimiz var bizim burada?


"72'den beri burdayiz ha bu dede, ben yani, bir de şu nene. Dedemden kalma çok dönüm yer varıdı. Yarısından çoğunu orman aldı gitti. Çam çok sever burları. Böyür. İki yüz üç yüz yıllık ağaçlar var burda, ormanda... Ormanın yürümedigi yeri de ben yeserttim ha bu neneylen. Beş binden fazla fidan diktim, ağaç böyüttüm. Zeytini, meyvesi,cevizi her bisiyi. Halimden çok memnunum. Çok iyiyiz burda. Benim ömrüm ne ki, geçip gideceğiz burlardan. Kimse kalmayacak belki toplayacak zeytini ama möhim deel. Benim emek emek büyüttüğüm ağaçlardan kuşlar doyacak, böcek doyacak ya... Ben mutlu oluyom. Yetiyor bana." diyen İlyas Amca'nın işinden var diyorum ben. Manisa'nın ormanlarını borçlu olduğu Manisa Tarzanı Ahmed Bedevi'ninkinden var. 27 yılda arazilerini yağmur ormanına çeviren Hintli çiftin yaptığı işten ve hatta inanmazsınız çöllerde mantar çıkartanlarınkinden...


Bitmiyor ki saymakla; 1930'lu yıllarda Amerika'daki sayılı üniversitelerden birinde akademisyen olarak görev yapan Aldo Leopold, eşi ve beş çocuğu ile birlikte toprakları bozulmuş, çölleşmiş, kumlu bir araziyi kasten satın almış ve oraya yerleşmişler mesela. Ailece bu toprakların nasıl işlediğini anlamak için çabalamışlar, onarmak için ellerinden geleni yapmışlar. 13 yılda 48 bin ağaç dikerek o kumlu toprağı yeniden eski sağlığına kavuşturmuşlar. Çevre hareketi için oldukça ünlü bir kitap olan "Bir Kum Yöresi Almanağı" ve "toprak etiği" kavramı oradaki deneyimlerinden doğmuş. 2010 yılında o sırada 90 yaşında olan kızı Nina şöyle bir anısını paylaşmış bir vakıf konuşmasında: "Yakından tanıdığım bir aile bir arazi satın almıştı. Ailenin küçük çocuğu yeni alınan arazinin bakımlı ve yemyeşil toprakları olduğunu görünce müthiş hayal kırıklığına yaşayarak şöyle demişti: Şimdi biz burada ne yapacağız, nereyi onaracağız?" İşte bize bir ilham kaynağı daha!


Bizim de onarma işimiz var burada, evimizi kurduğumuz bu topraklarda. Burnumun direğini sızlatan, içime umut dolduran, hayatıma anlam katan bir amaç bu. Bir hayal... Bir rüya.


"Toprağı tahrip ediyoruz." diyor Leopold kitabının giriş yazısında. "Çünkü onu bize ait bir mülk olarak görüyoruz. Toprağı bizim de ait olduğumuz bir topluluk olarak görmeye başladığımızda onu sevgi ve saygı ile kullanmaya başlayabiliriz."Tam bu noktadan başlıyorum ben de işe. Kendimi inanılmaz çeşitli bir topluluğun içinde görerek; ağaçlardan, insanlardan, bakterilerden, tilki ve sincaplardan, bulut, deniz, hava ve güneşten oluşan... Sonra tek tek topluluğumun her bir üyesinin haklarını gözeterek devam etmeye niyet ediyorum. İnsanın doğadan ayrı olduğu sadece bir yanılsama çünkü. İnsan; hala dinamiklerini anlamakta zorlandığı kocaman bir bütünün parçası. Mikrobiyoloji ile ilgilendikçe anlıyorum ki evren baktığımız ölçek küçüldükçe büyüyor, baktığımız ölçek büyüdükçe de genişliyor... Biz bedenimizin sınırlı algısıyla anlamaya çalışırken dünyayı, gözle göremediğimiz minicik mesafelerde bile bambaşka dünyalar, bilge varlıklar, dinamikler, ilişkiler saklı.


"İşte bizim engin, yabanıl, inleyen anamız Doğa, bir leopar gibi, olanca güzelliğiyle, çocuklarına olanca şefkatiyle, yayılmış her yere. Ne var ki çok zamansız kesildik memesinden ve toplumun, yani insanın sadece insanla ilişki kurduğu o kültürün içine düştük." demişti Henry David Thoreau. Hissettiğim tam olarak bu. Bu arazide çok işimiz var çünkü bizim için "toplum"dan "Dünya"ya, gerçekte ait olduğumuz topluluğa açılma, toprağı ve kendimizi onarma zamanı.


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.