Çok
Yüzük takmayı çok severim ben. Böyle parmağımda güzel bir şey görmek, arada ona bakmak, ellerimle bir iş yaparken parlamasını izlemek hoşuma gider. Evlilik alyansım bile olsa sadece, hoşlanıyorum işte. Ama pek takmıyordum.
Süreçlerime göre çeşitli sebeplerim oldu; Cemre doğduktan sonra bir süre kendi sevdiğim şeylere odaklanmadım, bedenimle ilgilenmediğim bir zaman geçirdim. Sonra kilo aldım ve yüzükler parmağıma olmadıkları için kendime ceza verdim bir dönem, baktım baktım üzüldüm. Asımla ilişkimiz sallandı, küskünlükten takmadım bir süre alyansımı. Nişanımızda hediye ettiği yüzükleri, altın ve değerli taş oldukları için, ekolojik idealistliğimle ve sahip olmaktan dolayı duyduğum utançla dolabın tepesine kaldırdım uzunca bir süre. Sonra kabul geldi tüm seçimlerime yönelik indirdim. Her süreç içinde ne çok şey öğrendim ve deneyimledim... Şimdi onlar geride kaldı ve Beliz'in doğumuyla ortaya çıktı yüzük meselesi yeniden.
Ne diyordum?
Hah.
Ben yüzük takmayı çok severim aslında. Evde iş yaparken falan öyle parmağımda güzel bir şey görmekten mutlu olurum. Bu aralar ne zaman yüzükler(ler) taksam; sürekli kendime "çok mu oldu?" diye sorduğumu fark ettim. "Çok mu oldu bu kadar yüzük? Sadece şu ikisini mi taksam?"
Bu sorunun bir baskıyla geldiğini fark ettim içimde. "Çok" neye göre kime göre. Bilmiyordu içim, kim için çok olacağını umursamıyordu da. Ama soruyordu: "Çok mu oldu?"
"Çok olurda ne olur?" diye sordum kendime. "Çok olmasın. Çok olmasını istemiyorum. Çok olmuş denmesinden korkuyorum sanki," dediğimi duydum. Çok kelimesinin altında ilgili ne kadar "çok" yargı vardı. Yüzük meselesi değildi bu yalnızca bunu tanıyordum.
Daha önce "çok"la fazlasıyla uğraşmıştım. Çok yeme, çok konuşma, çok biliyorsun, çok uyuyorsun, çok süslüsün, çok gülüyorsun, çok yapmışsın, çok az yapmışsın, çok uzun yazmışsın, çok takmış takıştırmışsın, çok sade olmuşsun, çok detaycısın, çok almışsın, çok renkli olmuş, çok oldun sen ama, çok çok çok çok çok.... Her biri başka başka bağlamlarda incelenmiş ve geçmişti. Yargıları fikir duymayı öğrenmiştim. Yine de hayatımda bir "çok"tan korkma teması vardı.
Benim için en büyük korku bir şeyde bende diğerlerinden çok olması idi bu derde bakarken fark ettiğim. Güçlü bir adillik arzusu taşıyordum. Adil olmayan gelir dağılımı, fırsat eşitliği olmaması vs beni çocukken dahi yaralardı. Birinin diğerinden büyük bir pasta dilimi yemesi bile dokunurdu bana. Kavga çıkar diye endişelenirdim esasen. Biri diğerinden çok'a sahip olursa, az olan diğerine kızar, kıskanır, onunla savaşır... Böyle bir inanç zinciri işte. Oradan çıkmıştı bu "çok" meselesi, sonra her yanımı kuşatmıştı işte. Bir şey herhangi birine göre "çok" ise bi' kızarıp bozarma, utanma geliyordu bana. Bir de sade hayat akımı sayesinde "az ve sade" olanın kutsallaşması meselesi var tabi. Bir şey kutsallaşmaya, üzerimde baskı olmaya başladı mı kıpır kıpır olur benim için. Kırmak isterim zincirleri.
Böylece fark ettim ki kendime izin vermiyordum hiç "çok" olmaya. Saklamaya çalışıyordum bana göre, kimliği belirsiz birilerine göre olan "çok"larımı.
Eskiden yüzüklerimi sadece dışarı çıkarken takardım. Şimdi kendim için, sevdiğim için takıyorum her zaman. Önceden "uyumlu" olsun isterdim... Dışarıdan bakıp şöyle bi' kendime, uygun mu, uyumlu mu diye karar verirdim. Bana göre değil, kendimce belirlediğim toplumsal bir zemine göre. Bunlar tamamen kalkmış ortadan ben hiç anlamadan. "Çok" kalmış ben göreyim de bağıra bağıra kendime izin vereyim diye.
Verdim gitti.
Çok'um ben. Çok oluyorum. Çok biliyorum. Çok yüzük takmayı seviyorum. Çok renkli taytlarım var. Çok gülüyorum. Çok bağırıyorum. Çok yüksek sesli müzik dinliyorum. Çok uyuyorum. Canım isterse çok yiyorum.
Çok'um ben.
Çok.
Kendimi ifade biçimlerimi, deneyimlerimi kısıtlayan baskıcı kıyas zeminimi bırakıyorum. Farkındalıkla deneyimlerimin tamamına ve bütün ifade biçimlerime kendimi açıyorum.
Aynı anda herkesine de açmaya niyet ediyorum.
YORUMLAR