Hayat yavaş akabilir mi?
Hızlı bir çağda yaşıyoruz... Özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için evde veya işte insanın üzerine düşen sorumlulukları çabuk ve kusursuz yapması, zamanında yetiştirmesi, hiç yorgunluk hissetmemesi, hissetse bile hiç sızlanmadan çabucak dinlenip gerekli tempoda hayata devam etmesi bekleniyor. Bu beklentileri karşılayamamak ise farklı boyutlarda “başarısızlıklar” olarak algılanıyor. Daha doğrusu bütün dünyadaki toplumsal yaşam, insanların bunu böyle algılaması yönünde kurgulanıyor.
Bu düzenin aslında hangi amaçlara hizmet ettiğini, yani neden böyle yaşadığımızı fark etmek, bizi sahte ve soyut prangalardan kurtarabilecek ilk adım... Koştur koştur yaşamaya, dış dünya tarafından “beğenilcecek”/”takdir edilecek” şeylere sahip olmaya çalışırken hayatın hangi bedava (bedelsiz) güzelliklerinden mahrum kaldığımızı fark edebilirsek, hem üstümüzden bir yük kalkmış (özgürleşmiş) gibi hissederiz hem de yaşamımız anlam kazanır.
Almanca konuşulan ülkelerde bilinen bir deyişe göre bu hayatta sadece “ölmeye mecburuz”. Yani bize sunulan ve sahip olmazsak/yapmazsak mutlu olamayacakmışız zannettiğimiz hiçbir seçeneğe mecbur değiliz. Ancak içinde yaşadığımız tüm düzen “olması gerekenler”i dikte ederken, gerçekten neye sahip olarak ya da ne yaparak mutlu/tatmin olacağımızı bulmak çok zor elbet... Çünkü yönümüzü bulmak için sadece iç sesimizi dinlememize fırsat verilmiyor; bize kendimizi iyi hissettireceği “iddia edilen” şeyler dibi görünmeyen bir kuyu gibi sürekli karşımıza çıkarılıyor. Nedense bütün bu seçenekler, daima belli bir seviyenin üstünde gelir sahibi olma ön şartını içeriyor. Üst seviyede bir gelir elde etmenin yolu da hep çok/aşırı çalışmaktan ve yaşamın bedelsiz keyiflerinden ödün vermekten geçiyor.
Nedir bu bedelsiz keyifler? Doğada ve insan doğasında doğuştan sahip olduğumuz kaynaklar... Gökyüzü, ormanlar, denizler, göller, bitkiler, hayvanlar, sevmek, öğrenmek, ilişki/derin bağ kurabilme ve anlam bulabilme becerisi... Bütün bunlara zaten doğuştan sahibiz ama çoğumuz ya farkında değil ya da bunlar günümüz yaşamında yüksek bir değer kategorisinde görülmediği için bir kıymeti yok. Bütün bu kaynakların/değerlerin farkında olsak, bunların vereceği mutluluğu/tatmini yaşayabilmek için en başta bol zamana ihtiyacımız olacak. Örneğin; ormanda bir yürüyüş sırasında duyacağınız kuş cıvıltılarını dinleyerek veya deniz kenarındaki martıları izleyerek geçirdiğiniz zamanın tam anlamıyla keyfine varabilmek için aklınızda bir sonraki saatin planları olmaması gerekiyor. Yani bunlar gibi bedelsiz birçok keyfi/mutluluğu doyasıya yaşamak ve “yaşasın hayat!” diyebilmek için telaşsız bir hayata ihtiyacımız var.
Telaşsız, yavaş akan bir hayat imkansız değil... Ancak ruhsal bağışıklık sistemimizin güçlü olmasını ve özümüzü çoktan keşfetmiş ve başkalarından önce kendimizle derin bir bağ kurmuş olmamızı gerektiriyor. Bu ne demek? Çevreden doğrudan veya dolaylı olarak dayatılan “refahımız için gerekli” şeylere kulak asmadan içimizden gelen sesi dinleyebilmek, gerçek potansiyelimizi keşfedip gerçekleştirebilmek için gerekli motivasyona ve azme sahip olmak, nerede olduğu belli olmayan nihai bir hedefe odaklanmaktan ziyade yaşamın her anını hediye olarak kabul edip değerini bilebilmek... Bunları böyle sıralayınca aklınıza hemen aktif olmayan sadece yan gelip yatmaya ve keyif almaya dayalı bir hayat gelmesin; insan canlısı aslında son derece aktif ve (kendine ve çevresine) sürekli fayda yaratmaya odaklı bir varlıktır. Asıl doğuştan sahip olduğu bu doğayı gerçekleştiremediğinde boşluğa ve sıkıntıya düşer. Kendimize en iyi gelenin ne olduğunu bizden başka kimse bilemez. Bu nedenle zaman zaman dış seslerin tümünü kısın ve durun... Yavaş yavaş sizi gerçekten mutlu edecek amacınızın silüeti gözününün önünde belirecektir. Bu iç sese güvenin ve sahip çıkın; akıntıya kapılmadan bilinçli bir farkındalıkla yolunuza devam edin...
YORUMLAR