“Şöyle açüklayayım...”

6 yıldan biraz daha öncesi... O zamanki sevdiceğimle birlikte çok merak ettiğimiz bir dostu ziyarete gitmişiz. Türkiye ekolojik hareketinde birçoklarının bildiği biri. Kendisiyle daha önce uzaktan bir-iki temas etmiş ama henüz tanışmamıştık. Birlikte tam tamına 25 saat geçirdik; 1 gün + 1 saat. Sağ olsun bizi çok güzel ağırladı; yedirdi, içirdi, deneyimlerini aktardı. Ağzından çıkan her sözün altına imzamı atarım; hayallerimiz bütünüyle ortak, düşlediğimiz dünya birbirinin aynısı. Peki, ne oldu da 25 saatin sonunda bu can'dan ayrıldığımız an'da derin bir oh çektik; ne oldu da bir gün içerisinde ölesiye yıprandık, yorulduk, tükendik... Ne oldu da şu cümle döküldü ağzımdan: “Bu kadar benzer hayâller, bu kadar yakın ve hatta aynı dünya görüşü ve yan yana durmak bu kadar imkânsız...”


6 günden biraz daha öncesi... Şu anki sevdiceğimle birlikte başka bir dostla tanışma şansımız oldu. İlgilendiğimiz alanlarda derya deniz bir can. Her şeyi biliyor, herkesi tanıyor, her yere girip çıkmış. Müthiş bir deneyim ve bunları aktarma heyecanı... Aynı zamanda sevgi dolu, gözlerinde gördüm. Ve yine, hayallerimiz örtüşüyor, deneyimlerimiz birbirini tamamlıyor, kalplerimiz neredeyse tamamen aynı dünya için atıyor... Peki, ne oldu da bir arada geçirdiğimiz üç (rakamla 3) saatin sonunda hissettiğimiz şeyin adı bıkkınlık ve sıkkınlık oldu; ne oldu da şu cümle döküldü ağzımdan: “Vay be, altı yıl önce kurduğum şu cümle oluşuyor zihnimde: Bu kadar benzer hayâller, bu kadar yakın ve hatta aynı dünya görüşü ...” Bu sefer son kısmı için imkânsız demek istemedim ve hâlâ istemiyorum ama hiç kolay olmadığı kesin.


Bu iki deneyim istisna değil; benzerlerini farklı kişilerle de yaşamışlığım var. Gerek bu iki deneyimin gerekse yaşamış olduğum benzerlerinin başkahramanı ise sıkça 50 yaş üstü ve çoğunlukla bol bilgili, çok da becerikli erkekler oluyor. Peki, nedir bu kıymetli adamları bu kadar yorucu, zorlayıcı hâle getiren? Nedir beni/bizi yanlarından koşar adım kaçmaya götüren?


Burada genelleme yaptığımın ve birtakım etiketler yapıştırdığımın farkındayım. İlk yazıda yazdığım üzere, bu pek benim yolum değildir aslında ama bu o kadar kendini tekrar eden ve hayatları zorlaştıran bir durum ki üstüne konuşulmayı hak ediyor. Hani bir yandan, zorlanma hâllerinde elbette ki bu deneyimleri neden ve ne şekilde kendimize çektiğimize, buradan ne gibi dersler çıkarabileceğimize bakalım, kendimizin de benzer şekillerde davrandığımız durumlarla yüzleşelim vs.; diğer yandan ise kabak gibi ortada olan ve dünyayı dar eden, en ortaklaştığımız canlarla bile bizi ayrı düşüren bu durumları dillendirelim.


***


Son yıllarda İngilizcede türetilen muhteşem bir kelime var: mansplaining; ki Türkçesi daha da müthiş: açüklama. Wikipedia'da şöyle tanımlanmış: “İngilizcede man (erkek) ve splaining (izah etme veya açıklık getirme) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan ve 'birine, karakteristik olarak bir erkek tarafından bir kadına, küçümseyici veya büyüklük taslayan bir biçimde bir şeyler anlatmak' anlamına gelen bir ihtira.”


İşte çok kıymetli, çok donanımlı bu abilerimizin yaptığı şey tam da buydu; açüklamak! Sürekli anlatmak, sürekli aktarmak, sözü mümkünse hiç bırakmamak, nadiren bıraktığında yine lafı ağzımızdan alıp tek taraflı iletime devam etmek. Her şeyi bilmek (?), her konuda keskin ve net olmak, her olasılığı düşünmüş olmak ve tüm bunların neticesinde durmadan konuşmak... İki taraf için de nasıl bir yorgunluk, nasıl bir iletişememek, nasıl bir yıpranmışlık...


Bu yazının niyeti açüklayan canları linç etmek, yermek falan değil. Herkesin kendi bildiği kadar yaşadığını, her birimizin olabileceği neyse o olduğunu, yapabileceği neyse onu yaptığını bilecek kadar yol aldım bu hayatta. Üstelik herhangi bir an'daki davranışımızın evrendeki tüm zerreler tarafından etkilendiğini ve olan biten her şeyin ortak yaratımdan başka bir şey olmadığını da derinden biliyorum. Kişilerden ziyade fiille ilgiliyim ve ifşa etmek istediğim de ondan başka bir şey değil. Velhasıl açüklama yapanları değil de açüklama'nın kendisini eleştiriyorum ve nereden çıktığına ve nasıl bu kadar yaygın olduğuna ışık tutmak istiyorum.


Bu arada elbette ki açüklamanın sınırları her yere yayılıyor; farklı sosyal topluluklara, farklı yaş aralıklarına ve diğer cinsiyetlere de... Açüklama yapmayı seven kadınlar tanıyorum ama ismini hak edecek kadar da erkeklerin çoğunlukta olduğu bir hareket bu. Ayrıca 50 yaş üstünde daha sık karşılaşıyor olmamın ise belki benim karmamla da ilgisi vardır ama esasen sisteme ve topluma bir erkek olarak daha uzun süre maruz kalmış olmalarından kaynaklandığını zannediyorum. Peki nedir bizi buna iten; nedir her şeyi en iyi bizim bildiğimizi, her şeyin yoluna yordamına bizim karar vermemiz gerektiğini düşündüren? Genetik bir hata mı var bizlerde, yoksa başka türlü bir şey mi söz konusu?


Yukarıda yazdığım üzere ortak yaratıma inanan biri olarak benim fikrim (açüklamam?), bunun da toplumun kazandırdığı (!) bir özellik olduğu. Açüklamacılar toprakta bir an'da bitiveren yabani ot değiller; her birinin bir anası, bir babası var. Çoğunu ebeveynleri yetiştiriyor, hemen hepsi okula gidiyor ve onlarca öğretmenin tedrisatından geçiyorlar. Rol model olarak bir ya da birkaç abisi, amcası, dayısı, kuzeni, bakkal amcası var(-dı; sonuncusu şimdilerde pek kalmadı)... Kişilik denen şey kısmen DNA'lardan gelse de ciddi oranda sosyal etkileşimlerle şekilleniyor. Bütün bu erkeklerden -ve kadınlardan- aldığımız her türlü eğitim, terbiye, beğeni, cezalandırma, gülümseme, kaş çatma ... bizleri şekillendiriyor. Ve bütün bu kişileri üreten de yine sistem olduğu için, üstümüze yapışan bütün elbiseleri çıkartıp farkındalık gömleğini giyme yoluna girmediğimiz sürece, sistem sürekli olarak kendisini yeniden üretiyor.


Yani açüklüyorsak bunun sonsuz sebebi var; durup dururken olmuyor hiçbir şey. Her bir açüklamanın ardında erkeği pohpohlayan, şişiren, her şeyi onun bildiğine, bilebileceğine ve dahası bilmesi gerektiğine inandıran koca bir sistem var (viva ataerki!) ve bu sistemin bir numaralı aktörü, pardon aktrisi de erkeklerin yetişmesinde en önemli pay sahibi olan annelerden başkası değil mesela. Ama nasıl ki açükladığı için erkeklere saldırmadıysak, açüklayan evlatlar yetiştirdiği için de annelere saldırmayacağız. Zira onlar da yapabildiğini yapan, bildiği kadar yaşayan ve hepimiz gibi sevmek/sevilmek isteyen güzel canlar...


Velhasıl kişiselleştirmeye hiç gerek olmadığını düşünüyorum; ne açüklayanlar ne de onları yetiştirenler suçlu. Dahası suç diye bir şey olduğuna bile inanmıyorum. Her birimiz ortak yaratımın çocuklarıyız ve aklımız yettiğince arızalarımızdan soyunmak ve özümüze ulaşmakla mükellefiz. Ama nihayetinde olduğu kadar; kendimizi ve birbirimizi kırmadan, üzmeden, kafa göz yarmadan; anlayışla, dayanışmayla ve şefkatle; kişiselleştirmeden ve sevgiyle...


Okuyanlarla bu bakış açısında ortaklaştıysak eğer, muhtemelen, bunun uzantısı olarak hiçbir koşulda hiç kimseye kızmanın bir gereği ve anlamı olmadığı düşüncesine gelmiş olabilirsiniz. Geldiyseniz, bence orası çok güzel bir yer; lütfen takılın biraz. Bu konuyu belki başka bir yazıda detaylandırırız.


Haftaya görüşmek üzere...


Not: Sanmayın ki ben hiç açüklamıyorum. Zaman zaman kendimi bilmiş bilmiş konuşurken ya da konuşmak isterken yakaladığım oluyor; en çok da kadınlarla iken... Zaten erkek erkeğe açüklamalaşmanın tadı olmuyor; açüklar birbirine çarpıyor, insanın canı acıyor

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.