Hiç'teki anlam

Her geçen gün, kabullenme yetim gittikçe yükseliyor. Bütün o savaşları, zalimlikleri ve diğerlerini kolektif tekamülümüzün parçaları olarak görüyor ve bizim de bu şekilde öğrenen, bu şekilde gelişen bir tür olduğumuzu algılıyorum. Ve bu, bir zamanlar olduğu gibi kendimi üzüntüyle oradan oraya atmamı engelliyor.


Bu bana epey iyi geliyor. Eskiden, özellikle toplumsal acıları o kadar fazla üstleniyordum ki gündelik yaşantımı yaşamaya fırsat bırakmıyordum kendime. Nasıl olur da sivillerin üstüne o bombalar atılır, nasıl olur da bir halk bunca zulme uğrar, nasıl olur da... Bunları, -hepsini değilse de çoğunu- bırakmanın verdiği ferahlık var üstümde bir süredir, çok şükür. Tabii ki olan biteni yine önemseyebilir, elimden gelen bir şey varsa ardıma koymayabilirim (ya da koymamalıyım) ama elimden gelmediği noktada da olanı olduğu gibi bırakabilmeyi ve kabul etmeyi öğrenebilmeliyim.


Ben bir sebeple kişisel olanlardan ziyade toplumsal acıları üstlenmeyi daha çok seven bir tiptim ve o yüzden örneği oradan verdim ama aynı şey bir arkadaşım hasta olduğunda ya da başka bir sebeple acı çektiğinde de geçerli; elbette ki destek olabildiğim ölçüde olayım ve fakat aşırı empati yapıp hastalığını ya da acısını onla birlikte birebir deneyimlememin ne ona faydası var ne bana.


Çok ince ayarlardan bahsediyorum. Başkalarının acısını yok yere üstlenmemek derken duyarsızlıktan ve umrunda olmamaktan değil.


Bu yaklaşımın bendeki tezahürlerinden biri hafiflemek ve olan biten hemen her şeyle barışıklık oldu ve bir süre bunla güzel güzel idare ettim. Yalnız son iki yıldır şöyle bir yan etkiyle uğraşmam gerekebiliyor: Her şeyi kabul etme yetim yükseldikçe bir şeyler yapma, üretme isteğimde azalma gözlemlediğim zamanlar oluyor. Mademki her şey kolektif gelişimimiz için gerekli, o zaman bir şeyleri değiştirme, bir şeylere adanma itkisini nereden bulacağım?


Zaman zaman bu tip düşünceler etrafımı sarıyor ve kocaman bir boşluğa düşüyorum; nihilizm dedikleri bu olsa gerek. Her şey anlamını yitiriyor ve kocaman bir amaçsızlığın içinde ne yapacağımı bilemeden duruyorum.


Neyse ki o kadar da uzun kalmıyorum bu boşlukta. Bir nokta geliyor, bir anda yeniden dört elle sarılmış buluyorum kendimi hayata. Belki içimden geliveren bir ilham, belki görüverdiğim bir davranış, belki başka bir şey... Geçen cumartesi olan da buydu; sahilde dostlarla çemberde oturuyorken bir kadın telaşla yanımıza geldi ve bizden kağıt kalem istedi. Her zaman yanımda olur, o gün yoktu. "Hayırdır?" dedik ve orada park hâlinde duran bir bisiklete çarptığını, hasar verdiğini ve zararı karşılamak istediğini, sahibine bir not bırakmak istediğini söyledi. Sonunda kağıt bulduk, başka birilerinden de kalem buldu; notunu yazdı, bisikletin bir yerine sıkıştırdı ve yoluna gitti.


Çembere, sadece oraya gelen kişilerle değil, çevredeki canlı-cansız, görünen-görünmeyen tüm varlıklarla ve olan biten her şeyle birlikte oturuyoruz. Kadın ayrıldıktan sonra, bu durum bize/bana ne söylemek istiyor olabilir diye düşündüm. Ve sonra şunu yeniden hatırladım ve dile getirdim ki ben böyle düşünceli, hassas, birbirimizi gözettiğimiz bir dünyada yaşamak istiyorum. Kaba, zarar veren, acımasız vs. olmamızı kabul edebilmem, diğer türlüsü için emek vermemin önünde bir engel değil. Beni çeken, diğer dünyayı yaratmak ve uzun yıllardır bunu en azından kendi çevremde büyük oranda deneyimliyorum. Yapmam gereken bunu güçlendirmekten, varlığımı buna adamaktan başka bir şey değil. Ahlaki sebeplerle falan da değil; sadece böylesinin daha keyifli, daha neşeli, daha coşku dolu, daha doyurucu olduğunu deneyimlediğim ve deneyimlemeye devam etmek istediğim için.


O kişi bisikleti öylece bırakabilir, "aman bana ne!" diyip sıvışabilirdi ama diğer tarafı seçti. Belli ki benzer değerleri taşıyoruz, belli ki bir bütünün parçaları olduğumuzun, birini üzmenin kendini üzmek demek olduğunun o da farkında; belli ki vicdanı ona daha duyarlı bir insan olmayı fısıldıyor. Böyle olmayabilirdi, birçoğumuz böyle davranmayabiliyoruz; birçoğumuz olaylara ve durumlara bu kadar hassas yaklaşamayabiliyoruz ve bu da kabul -kabul olmasına- ama diğer tarafta ışık var, aydınlık var, hafiflik var. Hâl böyleyken enerjimi, gücümü, yaşamımı vakfedebileceğim tek şey ışığın kendisi; başka seçeneğim kalmıyor.


Kaybolup kaybolup bunu hatırlıyorum işte; kaybolmanın da sürecin bir parçası olduğunu hatırlıyor ve bunu da kabul ediyor ancak gücümü topladığım anda onun dışına çıkarak yeniden ışığa doğru harekete geçiyorum...


Yaşamın belki de kendi başına bir anlamı olmadığını ve ona bu anlamı verecek olanın da benden başkası olmadığını anımsayıp kendi yarattığım anlam üzerinden bunu sürdürmekten başka seçeneğim olmadığını hatırlıyorum.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.