Acıyor…
“Yeni bir ‘ne yazmak istediğimi çok iyi biliyorum, ama yazamıyorum’ yazısına hoş geldiniz!” diyerek başlayacaktım bu haftamın yazısına, sonra vazgeçtim.
Tam tersine bu sabah, ‘yazsam ne olacak, yazmasam ne olacak’ modundayım. O yüzden aşağıdaki konulardan her hangi birini uzun uzun yazdığımı varsayabilirsiniz.
- 6 yaşındayken ilk kez dev salonundan içeri adım attığım Emek Sineması’nı düşünüyorum. Bu yaşıma kadar koltuklarına gömülerek toplam kaç tane film seyrettiğimi, kaç tane Film Festivali’nde kapısında kuyruğa girdiğimi unuttuğum ama Hikmet Abi’nin güler yüzünü görerek filme girmenin keyfini veya salonun o müthiş tarih kokusunu hiç unutmayacağım Emek Sinema’mı buldozerle yıktılar. Evet, benim sinemamdı orası, birkaç neslin sineması olduğu gibi. İçim kaldırmıyor şimdi moloz yığını fotoğraflarına bakmayı… Davası hala Danıştay’da, diyelim ki – olmaz ya işte – dava sonucunda “hayır, yıkılamaz” kararı çıktı, eee ne olacak? “Ay pardon biz zaten yıkıp bilmem kaçıncı kata tuhaf bir kopyasını taşıdık” mı diyecekler, yoksa pişkin pişkin şu anda dedikleri gibi “unutulur bu protestolar, herkes gelir nasılsa yeni binaya” mı? Bu ülkede, her ikisi de mümkün. “AVM yanı AVM” formatlı yeni İstiklal Caddesi’ne hoş geldiniz! Böyle yazınca bile boğazım düğümleniyor, oğlumu hiçbir zaman en sevdiğim sinemada beraber film izlemeye götüremeyeceğimi düşünüyorum, yutkunuyorum. Boğazım acıyor.
- Nazım Özgün, son aylarda sınıfındaki ’sözde’ arkadaşlarının ona her gün “aptal-tuhaf-garip” demelerinden dolayı nasıl bir ruh yüklenmesi yaşıyor ise, sonunda kendi kafasına göre bir savunma geliştiriverdi. 100 aldığı son yazılı sınavdan sonra arkadaşlarına dönüp” bakın gördünüz mü, 100 aldım, ben akıllı bir çocuğum, bana artık aptal demeyin” deyivermiş! Acaba diyorum, ben oğluma yaptığının aslında hiç de hoş ve doğru bir şey olmadığını anlatırken, diğer anneler de çocuklarına oğluma neden “aptal” dememeleri gerektiğini öğretirler mi? Sorunun cevabını biliyorum, kalbim ağrıyor. O yüzden oğluma, yanlış olduğunu bile bile, “iyi yapmışsın” diyorum. Yemekhanede aynı masada oturmasına, birlikte oyun oynamasına veya tiyatro seyrederken yan yana koltuklarda oturmasına arkadaşları tarafından izin verilmeyen, dışlanan, horlanan, hatta aşağılanan oğluma becerebildiğim kadar “ben buraya oturmak istiyorum, benim de hakkım, çekilin desene” diyorum, aldığım cevap: “Ama o zaman kaba olurum, ben kaba bir çocuk olmak istemiyorum ki…” Nasıl anlatacağım 11 yaşında bir çocuğa, bu ülkede artık kaba olmanın prim yaptığını? Kendi kalbimde anlayamadığım bir şeyi ona anlatamadığımda, bu defa kalbim acıyor.
- Ülkemin sınırları içinde, Reyhanlı’da, gerçekte kaç kişinin hayatını kaybettiğini öğrenmemize bile izin verilmeyen, acilen ört bas edilmeye çalışılan bir bomba terörü yaşıyoruz. Haber yasağından dolayı ulusal haber kanallarımız yerine, yurtdışından haber kanallarından gerçeği öğrenmeye çalışıyoruz, üstüne bir de yabancı arkadaşlarım “neler oluyor sizin ülkede?” deyince verecek cevap bulamıyorum, öylece duruyorum. Kendime bile izah edemiyorum ki neler olduğunu, onlara ne desem boş. Susmak, canımı yakıyor. Sonra acil gündem değiştirmelere gayet alışmış olan sevgili ülkem, bu sabaha gecenin bir vaktinde Meclis’ten geçen alkol satışı yasakları ile uyanıyor. E biz benzeri bir durumu Uludere/Roboski faciasından sonra acilen kürtaj hakkımızı tartışmaya başladığımızda da yaşamıştık diyoruz, sosyal mecra ortamı içki satışı ile ilgili geyikleriyle dolu, işte size yeni bir ‘gülüyoruz ağlanacak halimize’ günü daha. Gün’aydın olsun, dünyanın en kolay gündem değiştirilen ülkesi!
- Mis gibi tertemiz aracına şaşkın şaşkın baktığımız taksi şoförü, hızlı hızlı 6 ay öncesine kadar aslında bir şirkette pazarlama müdürü olarak çalıştığını, şirket “el değiştirince” Alevi olduğu gerekçesi suratına söylenerek işten çıkarıldığını, eşinin ise ana okulu öğretmeni olduğunu, çalıştığı okul İmam Hatip’e dönüştürülünce onun da aynı gerekçe ile işten çıkarıldığını anlatıyor yolculuğumuz boyunca. Birisi boğazımı sıkıyormuş gibi hissediyorum, o taksiden indikten sonra da uzun süre bu his geçmiyor.
- “Oğlumun gittiği devlet okulunda daha kayıtlar alınırken sınıfları ayırdılar” diye anlatıyor bir arkadaşım. “Kapıcı, işçi, temizlikçi, memur çocukları bir sınıfa, üst düzey yönetici, müdür çocukları diğer sınıfa kaydedildi” diye açıklıyor. Boş boş baktığımı fark edince de ekliyor, “e veliler böyle istemiş…” Boş bakmaya devam ediyorum, içimden binlerce küfür geçiyor buraya yazamayacağım. Ayrımcılık dediğimiz canavar, bizi eritip yutmaya son sürat devam ediyor.
- Özel bir proje için iletişim danışmanlığı teklifi veriyorum, son derece resmi bir ortamda son toplantıyı yapıyoruz. Müşteri sıfatındaki müdür bana beni anlatıyor, bağlantılı olarak da neden benimle çalışmak istemediklerini: ”Biz sizi sosyal mecrada araştırdık, çok muhalif yorumlarınız var, engelliler hakkında, kadın cinayetleri hakkında yazıyorsunuz, Twitter’da filan çok aktifsiniz, bunlar hoş karşılanmaz, bu yüzden biz sizinle çalışamayız” diyor. İyi de, benim engelli kabul edilen bir çocuğum var ve ben zamanında şiddet görmüş bir kadınım demek istiyorum, sosyal mecra artık iletişimin can damarı, aktif olmanın nesi kötü diye anlatmak istiyorum ama ne kadar anlatsam da bir şey değişmeyeceğini bildiğim için kuş olup uçmak istiyorum o an, ama mümkün değil! Toplantıdan çıkarken sırf kadın olduğum için müdür beyin elimi sıkmamasına takılmamaya çalışıyorum.
Sokağa çıkıyorum, derin derin nefes almaya çalışıyorum, yürüdüğüm caddenin ucunda polis 10 kişilik “muhalif, çatışmacı, radikal” gruba biber gazı sıkıyor, koşarak kaçıyorum, çünkü taze bir 1 Mayıszede olarak biber gazının da, tazyikli suyun acısını da iyi biliyorum, dizim de hala sakat zaten!
Ertesi gün, haberlerde 3-4 yaşlarında Beşiktaş taraftarı çocuklara polisin biber gazı sıktığını gören Galatasaray taraftarı oğlum, kendi kendine aldığı kararı bildiriyor: “Ben artık stadyuma maç seyretmeye gitmek istemiyorum, bak gaz sıkıyorlar çocuklara…”
Başka bir gün, yeni kurulacak “Otizm Dostları Derneği”mizin kuruluş çalışmaları için anne dostlarımla toplantı yapıyoruz. Evlere dağılmadan önce hangi yoldan gideceğimizi tespit etmek için önce Twitter’da araştırmaya girişiyoruz: ‘Acaba polis yolumuzun üzerinde bir yerde biber gazı sıkıyor olabilir mi? ‘ Evime uzun yoldan dönüyorum, başıma bir iş gelmeden eve dönmeyi başardığım için kendimi tebrik ediyorum, oysa kafamda sürekli sorular soran küçük kız “nasıl yaşıyoruz artık biz bu şehirde?” diye soruyor, cevaplarını bilmediğim sorular sormaya devam ettiği için artık o küçük kızdan pek hoşlanmıyorum.
Dönüp baştan yazdıklarımı okuyorum, bu konu başlıklarına son birkaç ayda başımıza gelen en az 10 konu daha ekleyebileceğimi düşünüyorum, oysa 2500 vuruşu çoktan aşmış durumdayım. Mor Pencere’mde çok başka yaşam açılarını anlatan yazılar yazmak istiyordum ama maalesef, hayatımızın akışı ve vicdanım artık buna el vermiyor.
Derin, koyu, keskin, yarası hiç kapanmayan bir acı hissediyorum.
İçim acıyor…
YORUMLAR