Yorulan ve duran kadınlar; Çağrı’ya kulak verenler
Ne kadar çok kadın durmaya karar veriyor son günlerde, hiç fark ettiniz mi? Ne kadar çok kadın, “yoruldum” diye çığlıklar atıyor etrafımızda ve ne kadar çok kadın her ne yapıyorlarsa bırakıp sadece DURUYORLAR. On yıllar boyunca hiç yapmadıkları bir şeyi yapıp duruyorlar...
Yıllarını eğitimle, çalışma hayatı ve belki de buna paralel anne olmaya çalışmakla geçirmiş binlerce kadın, bu yorgun şehrin yorgun savaşçıları sessiz sessiz kenara çekiliyorlar. “Ben artık bu oyunda yokum” diyorlar. Çoğu bilinçli seçimlerle –onlarca saat alınmış terapi, koçluk, kendini keşif yolculukları, atölyeler vs. sayesinde- çoğu da sezgisel olarak bu yolu seçiyorlar. “Neden?” diye soruyorum kendime. Onlardan biri olduğumu bilmenin bilinciyle... İyi okullarda okumuş, iyi işlerde güzel paralar kazanmış, kafası ortalamanın üstünde çalışan, gezmeyi, tozmayı, yeni şeyler öğrenmeyi seven başarılı, beyaz yakalı, beyaz Türk kadını halimle çırılçıplak soruyorum kendime...”Neden yorgunum? Daha çok gencim, yapabilecek ne kadar çok şey varken ben neden yorgunum?” Bir önceki kuşağı, annelerimizi düşünüyorum sonra... Bize yolu açan, bugünümüz sağlayan annelerimizi... Onlar paşa paşa en az yirmi, yirmi beş sene canla başla çalışmış, emekli ikramiyesiyle neler yapacaklarını planlayarak mutlu olan kadınlardı. Hem çalışır, hem okula giden çocuklarına yemekler yapıp, evlerini de dört dörtlük çekip çevirirlerdi. Onlar biyonikti, yorulmazlardı!? Ya da “yoruldum” demeyi hak görmezlerdi kendilerinde. Ortalama bir beyaz yakalı kadının evinde çalışan bir yardımcı ve anne baba desteğiyle zor yürüttüğü ev ve iş hayatı dengesini tek başlarına kurarlar bir de üstüne üstlük mutlu olduklarını düşünürlerdi.
Peki, o günlerde çocuklara ne olurdu? Onlar biraz kendi kendine büyürdü. Biraz yalnızlardı büyürken. İstekleri, arzularından ziyade “olması gereken” ile büyütülürlerdi. Gidilmesi gereken okullar, öğrenilmesi gereken meslekler ve kazanılması gereken paralar vardı. Yoksa aç kalırdınız. Başınızı sokacak bir eviniz muhakkak olmalıydı. Yoksa kim bakardı size başınıza bir iş gelse maazallah! Bugünün yarını da vardı, düşünülmesi gereken bin bir musibet ve de her zaman sağlıklı olunamayacağı gerçeği... Bunlardı bir önceki jenerasyonun atalarından öğrendiği dertleri, tasaları... Bu kaygılara rağmen annelerimiz yine de müthiş bir sabır ve motivasyonla işlerine sarılır, bir işleri olduğu için de çoklukla şükrederlerdi.
Biz milenyum kadınları ise sanki bizi bir hapishaneye tıkmışlar da önümüze sadece ekmekle su koymuşlar gibi nefret ettik bizlere sunulan iş hayatından. (İstediği yaratıcı ortamlarda çalışıp, kendi vahşi doğasını işine katarak değer yaratabildiğini düşünen kadınlardan bahsetmiyorum tabii ki de...) Ben daha çok plazalardaki havalı ofislerimizdeki çekici yaşamlarımızın ne kadar da çabuk kendini camdan zindanlara çevirdiğine odaklanıyorum. Sabah karanlığında çıktığımız evlerimize, akşam karanlığında dönebilmemizden. Trafik denilen illetin her hücremizi ayrı ayrı sıkıştırmasından, güneş ışığını ne kadar az bedenimize alabildiğimizden ve bunun sonucu olarak ne sık hastalandığımızdan bahsediyorum. Solgun bir tenle ve asık suratlarla klişe hayatlarına kahretmeye başlayan kadınlardan bahsediyorum. Kalkış saati belli, yatış saati belli, yapacakların belli, yapmadığında olacaklar belli... Senaryosu çok önceden yazılmış ve figüran olarak kötü şartlarda çalıştığımız bu berbat film bizi çok çabuk sıktı ve sinema salonları vaktinden önce boşalmaya başladı sonuçta. İşte bu yüzden belki de kadınların durmaya başlaması. “Ben aslında ne istiyorum?”, ”Para kazanmak zorunda olmasam, kendi hayatıma ve yaşama neler katabilirdim? diye kendine sorması... Bu sorular tabii ki de kişiden kişiye, durumdan duruma çeşitlilik gösteriyor. ”En iyi versiyonum bir beyaz yakalı mı olmak gerçekten? “Anne olmak, hayata sunabileceğim tek katkı mı?”, “Doğa benden ne istiyor?” ve bunun gibi binlerce güçlü soru, zihinlerimizi kurcalayan, ruhumuzla bağlantıya çağıran...
Üzerinde adeta bir parazit gibi sürekli tüketerek yaşadığımız biricik gezegenimiz, yuvamız Dünya hiç durmadan dönüyor fakat bizler hiç durmadıkça bunu bile fark etmiyoruz. Mevsimler gelip geçiyor. Durmadıkça yaşayamıyoruz hiçbirini doyunca. Ne bulutları, ne de yıldızları görmeden geçiyor hayat bu beton şehirde. Hem de bize hiç dokunmadan, yanı başımızdan sessizce... Buna izin verenler olduğu gibi, durup “fark etmek” isteyenler de var artık. Hem de sayıları hiç de az değil. Bu kadınlar yaşadığı hayattan yorgun ama asla bitkin ve atıl değiller. Tam tersine; akacak nehir yatağı, yüzecek deniz, önce kaybolup sonra hedefe ulaşacakları okyanusu arıyorlar. Yıllarca içinde yaşadıkları akvaryumun tüm dünya olmadığını anladıkları andan beri mevcut yaşamlarına tahammül edemiyorlar.
Değişim, dönüşümün esas olduğu bu evrende tüm dişil, yaratıcı enerjileriyle buradalar. Çağrıyı ta içlerinde duyuyorlar. Sanırım bu yüzden mevcutta “DUR”, gelene “MERHABA” deyişleri cesurca. Ben onlarla gurur duyuyorum; bu dönüşüme cesaret edebildikleri için. Ve onlar da derinlerinde bir yerlerde dönüşümün öncüleri olduklarını, geleceği –şimdilik- kız kardeşleriyle omuz omuza birlikte yaratabileceklerini biliyorlar. Kararsız olanlar içinse cesaret vermek istiyorum; SİZ sandığınız şey değilsiniz! SİZ olansınız, şu anda burada ve her an evrende olan aynalarsınız. Kendinizi dinleyin, içinizdeki saf sevgiyi akıtmak için kendinize alan açın ve birlikte BİZ olmayı deneyimleyelim.
Netleşen her niyet kendini gerçekleştirmek için bir yol bulur, unutmayalım. Üstünde yaşadığımız bu mükemmel coğrafyanın biz aydın kadınlara, hayattan aldıklarını hayata fazlasıyla sunmak konusunda içi coşkuyla dolmuş, çektiği acıları başkaları çekmesin diye canla başla çalışacak, gerçek potansiyeliyle bağlantıya geçebilecek cesur kadınlara çok ihtiyacı var.
Sevgiyle kalın…
YORUMLAR