Ölüm ve pişmanlıklar
Ölüm, her canlının bu dünyada kesinliğinden emin olduğu tek gerçek! Doğduğumuz günden itibaren adım adım yaklaştığımız kaderimiz. Biz ne kadar unutmak istesek de, hep orada, yanı başımızda… Çoğumuzun korktuğu da bir şey. Psikologlar her türlü korkunun en temelinde ölüm korkusunun yattığını söyler. Belki de bilinmezlikten korkuyordur insanoğlu, kim bilir? Sonuçta gidip de geri dönen yok. Fakat ölüme yakın deneyim yaşayanların sayısı hayli fazla. Kitaplara, filmlere konu olan deneyimler benim gibi hayal gücü geniş olanları ilhamlandırıyor elbette ki!
Bugün bu olgunun yaratıcılığımızı besleyen fantastik tarafından değil de, dünyevi hayatımız için nasıl bir gerçeklik oluşturduğundan bahsetmek istiyorum. Antik çağlarda iki tane temel felsefi akım vardı; bir tanesi “Carpe diem”, diğeri de “Memento mori”[1]. Anı yakalayanlar, anın tadını çıkaranlar ve öleceğini unutmayanlar… İlk başlarda birbirine zıt gibi algılanan bu iki yaklaşım ilk gençlik yıllarımdan itibaren kafamı hep kurcaladı. Hatta cep telefonları yeni çıktığında telefonumun açılış mesajı çok uzun yıllar boyunca “Öleceğini Hatırla!” olmuştu. Bana bunu yazdıran neydi? İnsan gerçekten bu kadar unutkan bir varlık mıydı? Ölmek için geldiği dünyaya körü körüne bağlanıp bu gerçekten uzaklaşabilir miydi?
Bilmiyordum… Yirmi küsür sene olmuş; ne canları kaybetmişiz, ne canlar bu dünyaya gelmeye devam etmiş ve ben hala da tam olarak bilmiyorum ÖLÜM’ü. Araştırıyorum, herkes gibi…
Ben bu yazıyı kafamda planlarken Kobe Bryant’ın ölüm haberini alıyorum, 41 yaşındaki efsanevi NBA basketbolcusu… Evet efsaneler de ölüyor. Ben bu yazıyı kaleme alırken, Elazığ depremi oluyor, onlarca can gidiyor öbür tarafa. Hepsinin yolu ışık olsun diyorum içimden, devam ediyorum yazmaya.
Hepimiz öleceğiz. Bir gün, bir an…
O tek bir an, zaman duracak birileri için ve belki de bir şeylerin başlangıcı olacak ölen için.
Biliyorum herkesin inancı kendine, hepsine saygı duyuyorum. Ayrıştıran değil, birleştiren kavramları yazmayı seviyorum, ÖLÜM gibi… İnançlısı, inançsızı, dindarı, liberali, demokratı, şeriatçısı, aydını, cahili, sanatçısı, bilim adamı, müftüsü, askeri, doktoru, öğretmeni, ninesi, dedesi, bebeği, hayvanı, bitkisi, canlısı, cansızı her şey bir gün ölecek. Evren’in en ortak tek kuralı… Peki o zaman BİZ neden bu kavrama hak ettiği değeri verip, yaşamı kutsamıyoruz? Bu aynı zamanda ölümü kutsamak da demek olmuyor mu? Diyorum ya başta birbirine zıt gibi gözüken o iki akım aslında hayatımın parolaları olmuş fark etmemişim… Birlikte fark edelim!
Anı yakalayan bir insan, bir anlamda da öleceğini hiç unutmayan insan değil midir? An’ın içinde o an olup bitenle bir olan insan, varoluşu en derin haliyle deneyimleyen kişi değil midir?
Neler demek istiyorum biliyor musunuz? Eğer gerçekten an’da olmak istiyorsak, o an her ne olup bitiyorsa yüzde yüz tüm varlığımızla orda olmamız gerekiyor. Bir sohbet anında karşınızdakini kalbinizden, en derininizden bağlantı kurarak dinlemek, onun duygularını, düşüncelerini hissederek onunla BİR olmanız gerekiyor. Çocuğunuzla oynuyorsanız eğer, kafanızda akşama ne yemek pişireceğinizin, borçluların ne zaman geleceğinin ya da problemlerinizle ilgili gereksiz endişelerinizin arka planda çalışmıyor olması gerekiyor. Kitap okuyorsanız şayet, elinizde telefon sosyal medyada ne olup bitmiş diye merak etmiyor olmanız gerekiyor. Bir sevdiğinize zaman ayırmışsanız, o zamanı başka hiçbir şeyle bölmüyor olmanız gerekiyor. Herhangi bir şey üzerinde çalışıyorsanız ne yemeğin altını yakmalı ne de çalan telefonlara cevap vermelisiniz. Biliyorum çok zor. Hele günümüzde bu kadar yoğun yaşamlar yaşarken daha da zor ama hakkıyla yaşamak dedikleri bu olsa gerek! Çünkü bizler bilgisayar değiliz ve çoklu paralel işlem konusunda da uzmanlaşmamıza gerek yok! Halbuki, uzun çalışma yılları boyunca bunu öğrettiler bize; mail yazarken telefona bak, iş arkadaşını dinlermiş gibi yap ve otomatik bir cevap ver! Yeter ki işler birikmesin yürüsün. Bir montaj hattından sürekli iş alan işçiler gibi kesintisiz aktiflik üzerine eğitildik. Şehirde yaşayan ev hanımlarının ya da modernleşme adı altında doğası bozulan insanın da durumu farklı değil! Çorbayı pişirirken, bebeğini emzir! Tarlayı sürerken, telefonla konuş! Örnekler yer ve duruma göre artırılabilir. Sonuçta kimse an’da değil![2]
Teorik olarak kimse yaşamıyor, farkında değil!
Bunların ölümle ne ilgisi var diyebilirsiniz. Bana göre çok ilgisi var. Gerçekten yaşamadan gerçekten de ölünemez bence. Hakkıyla yaşayıp, hakkıyla ölmek bizim amacımız! İnsanın anlam arayışı, felsefenin özünü oluştururken, bu pencereden bakabilenler için doyumda hayatların sinyalini yakıyor umut arayanlara. Neyin umudu mu? Varolma sevincinin umudu, hayatlarımızın bir amacı olduğuna inanmanın umudu ve zamanı gelince sonsuzluk içinde dönüşeceğimize inanmanın umudu… Pekala başka türlüsüne de inanabilir insan. Yok olma korkusunun, sonsuz bir varoluş ütopyası yarattığına dair bakış açıları… Veya yaşarken bu konuları hiç umursamayanların bakış açıları… Hepsi pek kıymetli; geniş bir araştırma alanı sunuyorlar benim gibi arayanlara ve bana. Ama sonra arsız bir umut, içime benim koymadığım, hep orada olan, DNA’mdan fışkıran: ” Ne zararı var böyle düşünmenin? Sen anlat inandıklarını, hissettiklerini…” diyor. Çok şükür, sistem bunu destekliyor.
Okuduklarım, duyduklarım veya belki de şehir efsaneleri diyor ki, ölüm anında kişi tüm hayatını tek bir an gibi (klasik yorumuyla film şeridi gibi) gözlerinin önünde görürmüş ve o an hayatından ya razı olurmuş ya da olmazmış. Hayatından razı bir şekilde bu dünyadan göçmek isteyen ruhlar için, dünyadaki ömrünü (vakıf olduğu tek şeyi belki de) pişmanlıklarla geçirmek istemeyen doyumlu bir hayat düşleyen kişiler için yazıyorum bunları:
Ölmeden önce nasıl bir insan olmak istediğinizi düşünün diyorum. Cenazenizi hayal edin!
Nasıl anılmak istersiniz?
Hangi an’ları doya doya yaşadığınızı fark etmek istersiniz?
Kaç tane kırgın insan bırakmak istersiniz arkanızda?
Kaç kişiye iyiliğiniz dokunmuş olsun istersiniz?
Kaç adet kitap okumuş olmak?
Kaç gün tatil yapmış olmak?
En sevdiğinizle kaç saati birarada geçirmiş olmak?
Kaç kişiye yardım etmiş olmak?
Ve ne için ömrünü harcamış olmak?
O gereksiz kırgınlıkları ne kadar uzatmış olmayı seçersiniz? Mutlulukla, sevgiyle geçirebileceğimiz onca an varken hem de! Hayat pişman olmak için çok kısa değil mi?
İnsan, her ölümle birlikte aslında bencilce kendi ölümünü düşünüp üzülürken, bu sorduğum sorulardan kaç tanesini kendine soruyor merak ediyorum.
Hala yaşarken…
Sevgimle,
[1] Carpe Diem: Günü yakala
Memento mori: Öleceğini Hatırla
Kitap önerisi: Sofi’nin Dünyası (Jostein Gaarder)
[2] Kitap önerisi: “Şimdi’nin Gücü, Eckhart Tolle”
YORUMLAR