Balon
Balon dedi Aslan, anne ne zamandır bir uçan balonum olmadı. Virüsten sonra uçan balonculara ne oldu? Duruyor mu onlar?
Bilmiyorum, dedim. Ama istersen gel şansımızı deneyelim.
Beykoz’ da bir köyden dönüyoruz, Polonezköy’ ün içinden geçerken “Baak diyor, burda yağmur ormanları.”
Biliyorum çok belgesel izlemekten bunlar ama, Polonezköy’ de yağmur ormanları gören gözünü sevdiğim, kim bilir o balonda neler görüyor? Benim gibi, hepimiz gibi, insan gibi.
Öyle yorgunum ki. Araba kullanma eşiğim iyice düşmüş salgın günlerinde, azıcık yol yapsam yoruluveriyorum. Lakin balon fikri niyeyse beni de heyecanlandırıyor. Tamam diyorum, pizzadan sonra doğru baloncuya. Yemek sonrası tatlı çok seven küçük insanım, bu kez ısmarlamak istemiyor. Anlıyorum halinden, hemen ve dosdoğruca baloncuya gidilsin istiyor. Benim gibi, hepimiz gibi, insan gibi.
Çıkıyoruz yola. Bildiğimiz tek uçan baloncu eve yakın bir meyhanenin kapısında dolaşan bir amca. Yoldaki tüm hız limiti tabelalarını okuya okuya acaba orda mı değil mi’ ler eşliğinde istikamet meyhane. Kapısına kadar gidiyoruz, yok.
Hımm diyor, yokmuş… Sesinde kabullenici bir ton var. Koronadan bence diyor, biz çocuklara sokağa çıkma yasağı vardı ya anne, baloncular da demiş ki anne, çocuklar evde, kim alıcak benim balonlarımı demiş.
Üzülüyor elbet, ama başa geleni çekecek. Benim gibi, hepimiz gibi, insan gibi.
Üzülür gibi oluyorum, baloncuya değil de beş yaşında “sokağa çıkma yasağı” ifadesini cümle içinde kullanışına. Nefes veriyorum, diyorum Sema hatırla: Dramatik müzik ekleme olana, belgesellerdeki gibi.
Acıdan bahsederken balonu kaçan çocuk örneğini verdiğim oluyor derslerde. Balonu kaçan çocuğun feryadını, yerine hemen “Al sana yeni balon yeter ki ağlama” dediğimizde ne olduğunu, vermediğimizde ortaya çıkan acıyla kalma kapasitemizi. Oğlumun ve hepimizin kaçan ve orada olamayan balonlarıyla epey mesaim var anlayacağınız. Hepimiz gibi, insan gibi.
Ama bu kez içimden o balonun peşine düşmek geliyor. O an peşine düşme zamanı, Zeitgeist bu. Diyorum ki “Gel Aslan sahilden devam edelim, koskoca boğazda bir pazar günü elbette bir uçan baloncu var. Kuzguncuğa kadar giderim gerekirse.”
Az ileride Suna var diyor. “Anne, hatırladım orda da oluyordu baloncu.”
Bir heves az ilerideki Suna’ ya varıyoruz. Bakınıyoruz, yine yok baloncu.
Orada görevli bir vale halimize bakıp anında “Bende telefonu var, arayıp çağırırım ben baloncuyu” diyor. Ana oğul bir sevin bir sevin biz. Teşekkürler gülücükler eşliğinde iniyoruz arabadan, bana bir çay ısmarlıyor Yılmaz Bey.
“Yalnız biz yemeğe gelmedik, balona geldik biz” diyor Aslan ve daha çayımı bitiremeden motoruyla baloncu beliriyor. Zıplıyor küçük insanım: “Annee pes etmedin afferin sana muhteşem bir annesin!”
Kahkaha atıyorum çünkü hatırlıyorum: Bu küçük insan bana pes etmemeyi öğretmeye azmediyor habire oyunlarda. Ben hemen vazgeçiyormuşum. O yol çıkmadı burdan, diyormuşum. Bana sık sık “Pes etmemen lazım anlıyor musun” diye doğru bildiğini öğütlüyor. Henüz çok küçük; anlatamıyorum hayatımın bana pes etmemeyi değil pes etmeyi öğrettiğini. Benim için pes etmemenin otobanını ve pes etmenin zorlu, kıvrımlı, dar, kırılgan patikalarını.
Didaktik çocuk kitaplarını sevmiyorum. Çocuklara sürekli mesaj verilmesinden, o tondan hiç hazzetmiyorum. Bu sahnelerden yapılacak analizlere prim vermiyorum. İçimi dinliyorum, ona sadece gülümsüyorum. Kendi pes etmelerine etmemelerine bakar vakti gelince, ben sadece onda yanlış bir şey olmadığı hissiyle eşlik ediyorum.
O balonlar kaçacak. Patlayacak. Bizim bunlarla nasıl yaşayacağımızı öğrenmemiz şart, şefkat işte bunu çalışma yolu. Hep böyle diyorum balon metaforundaysak ve ekliyorum: Bunda yanlış bir şey yok. Varoluş muhteşem güzellikler kadar bu acıdan da oluşuyor.
O gün ise beş yaşındaki oğlumla hayallerimizi süsleyen balonun peşine düşmenin ve beraber bu maceranın tadını çıkarıyoruz. Balonu kaçırırsak ya da baloncuyu o gün hiç bulamazsak açığa çıkan malzemeyi taşıyacak olduktan sonra, baloncunun peşine düşmemizde ne sakınca olabilir? Beş yaşındaki bir çocuğun küresel bir karantina sonrası evden ilk çıkışlarında bir küçük balonla sahip olduğu mutluluğu yüzünden seyretmemin ne sakıncası olabilir? Hepimiz gibi, insan gibi.
Evet diyorum Aslan, içimden. O balonuyla mest. Pes etmemeyi biliyorum ve bazen çok işime yarıyor; şevkim daha ağzımı açmadan karşımdakine bulaşıyor, bir bakıyorum istediğim için benden çok koşan birilerini hayat karşıma çıkarıyor.
Neden bilmem; o sahneyi, o el ele birbirimize ve balona tutuşup Kandilli’ deki yokuştan çıkışımızı hatırlayacağını hissediyorum. Belki de hiç unutmayacak olan benim. Evet evet, kesin benim, hıhı. Bir anlığına gözümü kulağımı dört açıp tüm kokuları ve sesleriyle o anı içime çekiyorum. Onu, Beykoz’ u, Kandilli’ yi, yaşamayı seviyorum. Hepimiz gibi, insan gibi.
Dönüşü akşamına kaçıncı tekrar Le Ballon rouge’ u izliyorum. 1956 yapımı muhteşem bir kısa film, en iyi özgün senaryo ödülü var. Kıpkırmızı, kocaman her çocuğun ağzının suyunu akıtacak bir balon. Bir güzel çocuk. Sadece o çocuk, o balon ve o filmle tüm dersleri anlatabilirim. İzlemediyseniz bir güzel izleyin, benden de selam söyleyin. Kaçan balona ağlamak, kötülükteki gereksizliği görmek, balonla büyülenmek ve uçmak serbest. Benim gibi, hepimiz gibi, insan gibi.
YORUMLAR