Güvenebilir miyim?

Dün yolda yürürken aklıma geldi birden üniversitedeki yurt anılarım. O zamanlar özel yurtta kaldığım için utanırdım. Babamın hediyesi son moda müzik çalardan, iyi marka saatimden... ODTÜ'de okumayı da hak ettiğim bir şey diye düşünmezdim. Yıllarca dershaneye gitmiştim, kendi odam olmuştu, bir işte çalışmak zorunda kalmamıştım, imkânlarım vardı bir hedefe odaklanmak için. Dershaneye hep burslu gitmiş olsam bile adil gelmiyordu bana. Paramız vardı bizim. Ve para adil değildi.


Sahip olduklarımı saklama eğilimindeydim o dönem bu düşüncelerimden sebep. Lüks arabaları, büyük evleri, pahalı otelleri sevmez, zengin insanların içinde rahat edemezdim. Onları yargılardım. Babamın bana verdiği imkânları bana ait olarak düşünemezdim. Ben ne yapmıştım ki onları "hak etmek, kazanmak" için? Babam çalışıyordu, ben değil. Dedem öldüğünde miras konuşmak istemedim. Onun sahip olduklarının bize devredilmesini de aynı bakışla çok yadırgadım.


Parayı sevmiyordum ben. İş hayatında maaşımı bilmeden, önemsemeden çalışıyor, maddi bir ödül aldığımda zarfın içine bile bakmıyordum. Ben çalışmayı seviyordum ve "Bir de üstüne para veriyorlar" diyordum. Severek yaptığım bir şey karşılığında para istemek, yaptığım işin değerini düşürür gibiydi. İsteyemiyordum. Parasız yapmak "yüce" bir şeydi sanki. Para karşılığı yapmak ise "kötü" idi. Hele ki ilişkilerimde para konuşmak... Kaçındığım bir şeydi. Sanki ilişkimdeki güven zemini aniden sarsılıyordu. Para konusu aramıza tuhaf bir perde geriyordu. Kimse rahat değildi... Biri senden para istediği anda baskın düşünce "kendini koru, dikkat kesil" oluyordu. Para her söz konusu olduğunda bir diğerimizin bunu hak edip etmediğini tartmaya çalışıyoruz. Ne yorucu iş...


Para; kıtlık bilincini de yanında getiren bir konu. Para, zarfının içinden kendiliğinden çıkıyor karşılıklılık ilkesi ve hak etmen gerek inancı ile beraber. Paraya yüklediğimiz anlamlar ve onun mevcut işlevi "başkalarının üzerinde güç sahibi olmak"la da ilişkili olunca adil de hissettirmiyor. Zengin olmayı insan hem istiyor hem de paranın onu "bozmasından" korkuyor. Bolluk ve bereketi istemek ama kıtlık bilinci ile vermekten, karşılıklılık ilkesi yüzünden almaktan, adil olmadığını hissettiğin için sahip olduklarından utanmak ve sistemin işleyişi nedeni ile de paranın "gücünden" korkmak, "iyi" biri olmak için para karşılığı iş yapmak istememek ama geçinmek için de ona çaresizce ihtiyaç duymak ve tabii paraya kızmak... Ne büyük sıkışmışlık!!!


Yıllardır çıkmak için uğraştım durdum bu sıkışmışlıktan ve paranın ardındaki anlamları temizlemeye çalıştım. Tek tek, ilmek ilmek... Kırsala yerleşecektim, kendi emeğime değer biçecektim ama kaçıyordum bundan. Bana ödeme yapılırken utanıyor, para alırken ağzımda saçma sapan laflar geveliyordum. Bir dengesizlik vardı. Bunu iyi etmek istiyordum. Uzun zaman demlendim ve bir gün Emre Ertegün ile Burcu Ertunç'un tam da bu konudaki oyunlu çemberine denk geldim. Tuhaf bir şekilde biliyordum orada açılacağımı. Öyle de oldu. Kıtlık bilinci ile vedalaştım, almak ve istemekle barıştım. Parayı bir enerji, topluluk içinde hareket halinde olan, devridaim yapan bir enerji olarak görmeye başladım. Hepimiz her daim alıyor ve veriyorduk. Verdiklerimiz ya da aldıklarımız değişiyordu; güzel söz, güzel yemek, ağlamaya omuz, para, armağan, bilgi, güzel duygular, ağaçtan meyve, yagmur, su, denize girmenin hazzı... Bunu görmek ve parayı evrenin alma verme döngüsünde bir parça olarak görebilmek beni çok ama çok rahatlattı.


Ben bu dünyada olmayı, sevilmeyi, hayal etmeyi, istemeyi, bolluk ve bereketi hak ediyordum. Herkes bu dünyada olmayı, sevilmeyi, hayal etmeyi, istemeyi, bolluk ve bereketi hak ediyordu. Benim olanın aynı zamanda senin olduğu bir yerdi burası ama mevcut kültür bizi buna kör ediyordu. Evrende hepimizin bolluk içinde olacağı, bambaşka, şimdiye kadar hiç bilmediğimiz düzenler inşa edilebilirdi ama kıtlık bilinci üzerine kurulmuş suni bir sistem bizi bunun dışında tutuyordu.


Zihnimde dağınık olan her şey o çemberde yerli yerine oturdu. Güvenmeyi öğrendim evrende işlerin işleyiş biçimine, Allah'a, enerjiye, hayatın armağanlarına. Her sabah "güvenebilirim" diye uyanmaya başladım ve kendimi bana doğru uçuşan enerjiye açtım. Ve ihtiyaçlarımın sayısız yolla bana gelmesine şahit oldum. Daha önce de böyle olduğunu ama bunu görmediğimi, bazen görsem de sahip olduğum o şans için şükredemediğimi, onu hak etmediğimi düşündüğüm için onu sevmediğimi gördüm.


Babama mesaj attım dün. Teşekkür ettim onun enerjisi ile sahip olduğum imkânlar için. "Ne kadar rahat okudum" dedim o yurtta kalarak. Ne kadar güzel dostluklarım oldu. Şükürler olsun bu imkâna. Oh!! Şükürler olsun şimdiye kadar ne aldımsa bu hayattan! Ne yaşadımsa!


Verdiklerimi de onurlandırıyorum şimdi aldıklarım kadar. Yazılarımı, sevgiyle yaptığım ve paylaştığım her şeyi... Hayattan her vesile ile alıyorum ve her vesile veriyorum! Korkmamaya çalışarak "Yarın aç kalır mıyım?" diye. İhtiyacım olan her şeyin gelmesine sonsuzca açarak kalbimi ve gitmesine de izin vererek sanki bir kanal, bir boru, nehirde bir taşmışım gibi.


*Bu yeni ekonominin, bolluk düzeninin nasılını merak edenler için Emre Ertegün'ün yazılarını ve Charles Eisenstein'ın Kutsal Ekonomi kitabını tavsiye ediyorum. Yazarın topluluk desteği ile basılacak "The more beautiful world our hearts know is possible (Kalplerimizin bildiği daha güzel bir dünya mümkün)" kitabını ben heyecanla bekliyorum. Kalbim biliyor çünkü daha güzel bir dünya mümkün!


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.