Eşimi yeni kaybettim ve...

Yeşim Hanım merhaba, 5 Haziran'da eşimi traktör kazasında kaybettim. 25 gün oldu öleli. Benim de eşimin de ailesi köyde, ben de mecburen köyde kalmak zorundayım. Normalde merkezde oturuyorduk, eşyalarımı falan toplayıp evi boşalttık. Ki ben köyde kalmayı hiç sevmeyen bir insanım, bu beni çok bunaltıyor. Eşimin acısı bir yana, 3 buçuk yaşında oğlumla köyde mücadele etmek bir yana... Çok zorlanıyorum. Tek başıma merkezde bir hayat kurmak istiyorum. Üstesinden gelebilir miyim, hiç bilmiyorum. Ayrıca eşimin öldüğünü öğrenmemin ardından beni aldatmış olduğunu da öğrendim. Telefonunu cenazeden birkaç gün sonra elime aldım ve beynimden vuruldum. Beni aldatmış ama ben ne hissedeceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Çok bunalımdayım. Yardımcı olur musunuz?


Yeşim Tijen’in cevabı:


Sizlere bazen çocukluğuma damgasını vuran anneannemin Hopa’daki evini, babaannemin İstanbul, Maltepe’deki evini kısa kısa anlatıyorum. Bugün de biraz sizi o günleri anlatarak yeniden yad etmek istiyorum, özlemişim galiba. O iki evin ortak birçok özellikleri vardı. İki ev de kalabalık, iki ev de bahçe içindeydi. O iki evde de öylesine güzel tatlar buldum ki tekrar hiçbir şeyi yaşamayı istemeyen ben çocukluğumu orda yeniden yaşamak isteyebilirim. Uzun bir otobüs yolculuğuyla Hopa’ya geldiğimizde taksiye bindik. Bir yokuşun ağzına gelince taksi durdu, bizler indik. Hep beraber yokuşu çıktık. Bir yandan da yokuşun kenarlarındaki evlere bakıyordum, hep bahçe içinde evler vardı. Kardeşlerim, annem ve ben burada yeni bir hayata başlayacaktık. Okullarımızı yarıda bırakmış artık buradaki okulda devam edecektik. Tam neler olup bittiği bizlere anlatılmıyordu. Babam yurt dışına çıkmıştı, biz de anneannemlerin yanına gelmiştik, bildiğim oydu. Yokuşun bir yerinde bir eve doğru yöneldik; heybetli, kocaman bir evdi bu. Yeni hayatımın başlayacağı ev bana güzel gözükmüştü. İki katlı, çaylıklar, ağaçlar arasında kalmış bir ev... İstanbul- Beşiktaş’tan küçücük bir yere gelmiştim ama hiçbir yeri, hiçbir şeyi yadırgamıyordum. Ne evin kalabalığını, ne yaşlıların çokluğunu, ne insanların konuşma şeklini... Çokça lazca konuşuluyordu. Kaloriferli bir evden sobalı bir eve geçişi, odalara, mangallara köz konarak götürülüşünü, her şey sanki hep yaşadığım bir hayata devam ediyormuşum gibi normal gelmiş, orayı hemen sevmiş, kabullenmiştim. Kalabalığın çokluğu nedeniyle çok fazla derin bir iletişim yaşamıyor olsak da benim iletişimim ağaçlarla, toprakla yani doğaylaydı. Her zamanki gibi yediriyorlar, içiriyorlar, giydiriyorlar, ders çalıştın mı diyorlar... Gerisi özgürlük müydü? Yalnızlıkla baş başa kalmak mıydı? Orası meçhul, geçmişte saklı bana göre.


Hiçbir çocuk ilgisiz büyümemeli. Anne-baba ne yaşarsa yaşasın; sıkıntılarını bir kenara bırakmayı bilmeli, çocuğuyla gerçek bir iletişim kurabilmeli. Maalesef bizde bu iletişim olmadığından ben evcilik oynamaya daha çok merak sarmış oldum. Ne yazık ki oyuncaklarım ortada yoktu, İstanbul’dan eşyalarımızla gelmiştik ama hiçbir eşyamız açılmamıştı. Anneannemin kocaman evinin kullanılmayan arkada büyük bir odasına konmuştu. Ben de sanırım hayal gücümü orada geliştirdim. Kendime yapraklardan tabak yapıyor, yine yaprakları küçük parçalara bölerek yemek yapıyordum. Ağaçlardan topladığım meyveleri de yemek olarak kullanıyordum. Kendi kendime bir dünya yaratmıştım. Bu yalnız başınalık beni rahatsız etmiyordu ama rahatsız eden başka bir şey vardı; orada ilk defa yüzleştiğim şeydi. Bir mezarlık. Hem de hemen anneannemin evinin arkasında. Bu durum o zamanki çocuk aklımla korkunç bir şey olarak bana gözükmüştü. Ya hortlarlarsa ya beni görür, yanlarına almak isterlerse... Böyle korkular üretiyor, çözümü uzak durmakta, oradan geçmemekte buluyordum. Bazen geçmem gerektiği de oluyordu, o zaman korkmaya başlıyordum. Gündüz idare ediyordum ama geceleri o mezarlığı hatırlayınca yorganı kafamın üzerine çekip orada yatan ölülerden, yani korkularımdan saklanmaya çalışıyordum çünkü yorganın altına girmezsem “Ben geldiiiiiiiiim” diyerek beni yakalayacaklardı. Onları kovmak da bana kalıyordu. Sanırım küçükken tüm korkularımı yorganı kafama çekip atlattım. Sonunda uyuya kalıyordum çünkü.


Çocukken insan nasıl senaryolar yazıyor, değil mi? Halbuki şimdi olsa korkar mıydım? Hayır, korkmazdım. Orası bizim ailenin mezarlığıydı. Orada yaşasam benim de gömüleceğim bir mezarlık. Küçükken ölüler insanı hep korkutuyor. Bugün ise yaşayanlardan korkuyorsunuz, ölülerden değil. Yaşayanlar daha tehlikeli geliyor ve ne güzel bir adetmiş kendi ölülerinin senin yakınında defnedilmiş olması, senin olanları sık sık ziyaret edebilme, konuşabilme şansının olması. Büyük şehirlerde bir tek insanlar yalnız değil, ölüler de yalnız. Bayramdan bayrama, o da tatile gidilmezse...


Sevgili okurum, başınız sağ olsun, sabırlar dilerim. Bir eşin ölümü çok büyük bir acı olmalı ve sonrasında size ölümünü bile unutturduğunu düşündüğüm aldatması. Oldukça ağır bir durum olmuş, taşıması zor, üzerinden atması zor bir yük ama hep sizlere derim ya kadınlar güçlüdür diye; her kötü durumu aşabilmek gibi büyük kuvvetleri becerileri var o narin bünyelerinde. Aslında insan yaşadığı her acıyı unutabiliyor, hatırlamıyor bile, bazen aklına geliyor, o zaman da önemsemiyor. Sanki o acıyı o çekmemiş, bir başkası çekmiş. Zaman şefkatiyle sarıp sarmalayıp iyileştiriyor, üzerini yeni yaşananlarla adeta örtüyor. Siz isterseniz o derinliklerden çıkarıyorsunuz. İnsan bir tek şeyi unutamıyor, o da aldatıldığını. Maalesef, o derin bir izi bırakıyor, dövme gibi kolay çıkmıyor. İşlem yaptırmanız gerek, yani mıh gibi beynine kazınıyor dersek abartmış olmayız. Siz de her ne kadar hiçbir duygunuzu kâğıda dökmemiş olsanız da biliyorum ki öfkelisinizdir. Kızgınlığınız gün geçtikçe artarak devam edecek, sonrası sizde sevgili okurum. Ağlayacak, kızacak ama bu yaşadıklarınızdan sıyrılmayı bileceksiniz. İnsanın yaşadıklarına tahammül edebilmesi neye bağlı, biliyor musunuz? Geleceğine olan inancına, umuduna bağlı. Umut etmek şu günlerde sizin için anlamlı gelmese de sonradan içinizde yeşereceğini bildiğim bir güzellik umudunuz. Size yaşama gücü verecek. Belki hemen değil ama bir zaman sonra o umutlar ruhunuzda yeşerecek. Bundan kuşkunuz olmasın. Bir geleceğe olan inanca mı bağlı hayat? Hayır, insan önce kendisine inanacak. Bu inançta insanın içinde oldu mu her şeyi atlatmak kolay olur. Kendinize inanmalısınız. Yaşananları değiştiremezsiniz, olmuştur bir kere ama sizi etkilemesi ve bu etkilemenin süreci sizin elinizdedir. Bunun farkında olun isterim. Siz ne kadar izin verirseniz o kadar üzerinizdeki etkisini sürdürecektir. “Ah, beni aldattı! Sanki ben çok mu mutluydum? Yine de ondan başkasına bakmadım. Sadece olmak, onunla onun gözlerine bakmak, kollarında olmak istedim. Kimseyi gözüm görmedi ya! O hemen ruhunu yeşertecek başka birini bulmuş!” diyebilirsiniz. Bu söylemleri böyle uzatabilirsiniz. Bilmenizi isterim, sınır insanın aklındadır. Bir yerde bunu bitirmeniz gerekiyor. Yaşamanız gereken acıyı yaşayın, öfkelenin, kızın ama sonunda susun. Geçmişe sarmayın. Size üst tarafta anlattığım gibi aslında bana göre mezarlıkların yakın olması, sevenleri için meğerse bir kuvvetmiş. İnsan kaybettiklerinin yanına istediği zaman gider, konuşur, dertleşir, onlara bu taraftan haberler verir, toprağını sever, sular, çiçeklendirir; kızgınsa da kızgınlığını ifade eder, ne toprağını sular ne çiçeklerine bakar. Bir süre gitmeyerek boykot eder, adeta yaşarken olduğu gibi ceza verir. Bu durum ruhen insana iyi de gelir, bir nevi deşarj.



Size tavsiyem siz de eşinizin mezarına gidip konuşun, kızgınlığınızı dile getirin. Yok öyle hesap vermemek; cezasını, söyleyeceklerinizi duyduğuna inanarak söyleyeceksiniz. Kim bilebilir duymadıklarını? Bir Allah bilir. Sonra sonra artık öfkeniz geçecek. Geçmeli. “Yaşadığı ilişki, bir heyecan aramasıydı” demelisiniz. “Bir hataya düşmüş, hatalar insanlar için” demelisiniz. Yaşarken öğrenseydiniz ne yapacaktınız? Muhtemelen affedecektiniz. Şimdi de aynısı yapın, onunla geçen güzel günlerinizi hatırlayıp affedip kendinizi bu çıkmazdan çıkarmalısınız. Birini affetmek, aslında kendini özgürleştirmek, sevgili okurum. Siz aslında bu yaşadığınız sıkıntının ağırlığından kendinizi kurtarmış oluyorsunuz. Sonrası sizin için özlem olacak. Sevdiğim bir şarkıdaki gibi, sözleri şöyle:


“Nerdesin öbür yarım?

An be an zarardayım.

Halimi alime sor.

Yarına çıkar mıyım?”


Güzel bir şarkı, dinlemenizi isterim ama insan yarınlara da öbür günlere de içinde umutları varsa çıkar. Yepyeni umutlar oluşturur. Sizin en büyük umudunuz, yaşama gücünüz, çocuğunuz. O çocuğun geleceği artık sizde. Bu çok büyük bir sorumluluk. Çocuğunuzla bir başınıza kalmış gibi kendinizi düşünseniz de eşinizin ve sizin aileleriniz hemen size sahip çıkmışlar. Ne güzel bir yaklaşım. Yakınlarınızda olmanızı istemişler, köye gelmenizi sağlamışlar ve siz bunu pek istemiyorsunuz. Şu an hiçbir konuda sağlıklı kararlar veremezsiniz. Korkularınız, endişeleriniz ve baskıların olacağı gibi düşüncelerinizle huzursuzluk hissedebilirsiniz, çok normal. Kendinize önemli kararları doğru verebilmek için zaman vermelisiniz. Önünüzde uzanan yolu önce bir net görün. Yan yollar var mı? Sizi düzlüğe çıkartabilir mi? Yalnız başınıza merkezde ne yapabilirsiniz? Çalışabilir misiniz ki mutlaka çalışmalısınız. Çalışırsanız çocuğunuza kim bakacak? Bütün bunların çözülmesi biraz daha önünüzü görebilmenize bağlı.


Evet, sevgili okurum, yüreğinizde fırtınalar esebilir. O yüreğiniz sızım sızım sızlayabilir, göz yaşlarınızı gizli gizli akıtabilirsiniz ama başınız hep dik olmalı. Siz bir annesiniz, sorumluluğunuz büyük. Acele karar vermemelisiniz. Her şey zamanla hayatınızda yerine oturacaktır. Biraz sabır.



Hayatınızın bundan sonrasında yolunuzun hep açık ve aydınlık olmasını dilerim.


Sevgiler...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir ne güzel cevap vermişsiniz..
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.