Bize "yaz" geldi!

Kış günü nereden çıktı bu şimdi? Çoktandır vardı da adının kulağına fısıldanmasını bekliyordu. Kısmet şimdiyeymiş. Ne zamandır bekleyen tohumlar misali bir rüzgâr aldı bizi; toprakla buluşturdu. Yeryüzünün çağrısını duyduk hep birlikte. Uçup bir yere konduk.


Bulunduğumuz yeri sevsek gerek ki kök saldık oraya. Önce küçük bir sürgün verdik toprağa; aynı anda bir çift yaprak, tohumlarımızın çatlayan göğsünden başını çıkardı da usulca yükseldi boynunu uzatıp. Sonra başımızı kaldırdık usulca ve gökyüzünü gördük. Şimdi her yeni yaprakla köklerimiz toprağa daha bir sıkı tutunuyor. Her yeni dallanma hem göğe hem de toprağa doğru büyütüyor bizi.


İşte bunu anlatıyoruz; bize “yaz” geldi.


Büyümeyi anlatırken, bir taraftan da tohum olmadan önceki halimiz hatırımıza geliyor. Yazdıklarımızı okuyoruz ara sıra; o zaman da yaşanacakları önceden nasıl olup da hissettiğimize şaşırıyoruz. Nasıl bilmişiz ağaç olacağımızı, nasıl bilmişiz ne meyve vereceğimizi, nasıl bilmişiz hangi gün yağmur yağacağını, fırtınada savrulacağımızı…. ama yine güneşin bizi ısıtacağına nasıl da güvenmişiz?


Yeniden doğarken hayata, unuttuğumuzu hatırlıyoruz ya, onu yazıyoruz biz. Bize “yaz” geldi.


Gönlümüze düşmüş bu tohum meğer. Orasıymış o verimli toprak. Şimdi o yürek topraklarını nasıl daha çok yeşertiriz diye yazıyoruz. Biricikliğimizi anlatarak, sadece kendi öykülerimizi dillendirerek, kendi türkülerimizi söyleyerek nasıl birbirimizin yolunu aydınlatabiliriz diye yazıyoruz. Ben bir parça sensem, sen ve ben bir ve aynı hamurdan isek, bu benlerden acaba nasıl biz oluruzu öğrenmek için yazıyoruz. Birbirimizin hayatını kolaylaştırmak için, yollarımızın üzerindeki taşları kenara çekmek için, yoldaki yırtan ve kanatan dikenli sarmaşıklardan kimsenin yara almaması için, birer yol haritası olmak için yazıyoruz.


Bize “yaz” geldi.


Üzerimizdeki ölü deriyi atmak, kabuğumuzdan sıyrılmak, kozamızdan çıkmak ve geriye dönüp de bize koruyucu katman olmuş eski bedenimize saygıyla bakmak için yazıyoruz. Her anın geçici olduğunun farkında olarak, yanımızdaki, yakınımızdakinin acısını, yarasını anlayıp teselli edebilmek için, sözcüklerden merhemler yapıyoruz. “Bu da geçer ya hu” diye, öncekilerin bizi teselli ettiği, kaynayan yüreğimizi serinlettiği gibi.


Şifa olsun diye yazıyoruz. Okuyan kendinde aynı olanı görsün, aynılığını bilsin ve bir nebze olsun şifa versin sözcükler diye yazıyoruz.


"Eğer ki hasta, çektiği acının karşıdaki tarafından algılandığına kanaat getirirse, karşıdan gelecek şifayı alacak hale gelir. Theodor Sturgeon’un 'Scars' (Yaralar) adlı kısa hikâyesinde bu gerçeğe temas ettiğini düşünüyorum:

Öyle bir zaman vardır ki taşınan yük insana ağır gelir; o zaman onu bir yere bırakmak gerekir. Ama bu, doğası gereği bir kayaya bırakılacak ya da omuzlanıp bir ağacın kovuğuna kondurulacak bir yük değildir. Onu taşıyabilecek bir tek şeye biçim verilmiştir ki bu, bir başka insanın zihnidir."*


Artık hayatımızın bu evresinde, kutsal çemberimizin kuzey yönünde olduğumuz için yazıyoruz.



"Kuzey orta yaşın zamanı, aynı zamanda mevcut durumun sürdürülme zamanıdır. Bu zamanda insan, omuzlarında yaşlıları, kucağında ise çocukları taşır. Orta yaşın insanları, insanlık dünyasının devamı için gereken işleri üstlenenlerdir. Artık onlar için başkalarının bakımını üstlenmenin ve verici olmanın zamanıdır. Artık kendini bir kenara koyup ilgisini başkalarına yöneltmenin zamanıdır. İşte bu, olgunluğun zamanıdır."**


Cesaret versin, aşkla yürekleri doldursun, aşkı çoğaltsın, ışığı yaysın diye, seslere nefes olsun diye yazıyoruz.


Senin sesin, benim sesime karışsın da aşkın müziği yükselsin diye…


Bize “yaz” geldi.


Sana da geldi mi?


(*), (**) Yeryüzü ile Konuşma Sanatı- Okuyan Us Flora Dizisi

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.