Zeytin ağacının çağrısı…
Yağmur çatıyı tıpırdatırken, yuvarlak masada arkadaşlarla yine derin mevzular konuşuluyor.
Ağaçlar yine yaptı yapacağını!
Seslendiler bize… Çağrılarını duyduk.
Zeytinin çağrısı bu kez.
Zeytin ağacı seferberliği başladı! Ölen her zeytin bin zeytin olana kadar…
****
Bu topraklara âşıkmış zeytin bin yıllardır; dağında, taşında bitermiş. Uygun bulduğu her ortamda büyür, zehir gibi acı meyve verirmiş. İnsanoğlu nasıl keşfetmişse artık(!) tuzlayıp yemeyi, yeşilken toplayıp, taşla ezmiş, acılığı gidene kadar suda bekletip, sonra da tuzlu suya koyup tatlandırmayı bulmuş. Bir başka lezzet için biraz daha bekleyenlerse topladıkları siyah zeytin tanelerinin arasına iri tuz parçaları serpmişler; sepetlere, kavanozlara dizmişler, gidip gelip alt-üst etmişler, sallamışlar. Acı suyun yerine tuz gelmiş. Tüm bu emeklerden sonra tatlanmış o zeytinleri yerken, başka bir mutlu olmuşlar. Sonra bakmışlar ki zeytinle oynarken elleri yağlanıyor, demişler “Bu meyvenin yağını sıksak ya!” Sıkmışlar da... Şeffaf altın renkli bir yağ çıkmış. Onunla pişirmiş, onunla aydınlanmışlar zamanla... Hatta “yediği zeytinin yağına ekmek banmak” olayının o zamanlar keşfedildiği de rivayet edilir.
On gün kadar önce…Yakınımızda bir tarla var, yumuşacık inişli bir patika yol var aramızda. Orman içinden yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüş sonrası varılıyor. Arkadaşımız da olunca birlikte ziyaret edelim diyoruz. Büyük kireçtaşı kayalıkların arasından seke seke geçip fundaların başladığı yere varıyoruz. Çiçeklerinin çoğu solmuş, yine de tamamı çiçekli bir dal koparmayı başarıyoruz. Gelecek yıl yeni dal koparana kadar durur o evdeki rafta. Fundalıklar yosunlu kayalıkların iki yanında boy gösteriyor. Büyülü ormanda bir gezinti yapıyoruz. Havzadaki yağmur sularının denize aktığı en kısa yoldaki oyuntuların arasından geçiyoruz. Ağaçların kökleri aşağı inen doğal merdivenler olmuş, toprağı kucaklamış, kayaların dik yüzeyi parlak ve pürüssüz, tepeleri de yemyeşil yosun tutmuş, sanki bir Japon mabedinin olduğu yerdeyiz. Boylu boyunca servilerin arasından, Tahtalı dağına baka baka, mantarları seyrede ede, zaman-mekân algısından kopuyoruz ve saygı duruşu gibi bir yolculuktan sonra o ıssız bahçeye varıyoruz.
Eskiden ekilip biçilmiş, yıllardır ellenmemiş taraçaların kenarlarında orta yaşlı zeytin ağaçları var. Onlardan birinin altında durup soluklanmaya karar veriyoruz. Yürüyüş sopalarımızı ağaca yaslıyoruz veeee ayrılamıyoruz oradan, sonunda kendimizi yere atıyoruz.
Gözlerimiz açık zeytin ağacına bakıyoruz. Saatler akşamüstünü gösteriyor ve sanki güneş tepenin ardına kaçmadan önceki son ışıklarını ağaca yollamış.
Zeytin ağacına bakıyorum ve mavi gökle kontrast yapmış parlak yaprakları gözüme altın gibi görünüyor o an. O ağacın yanında olduğuma şükrediyorum. Ağacın bilgeliği, bana “an”ın güzelliğini hatırlatıyor. “An”ın güzelliği zeytin ağacının dallarını altına çevirmiş.
Bir zeytin ağacına bakıyoruz ve sanırım hepimiz aynı hayale dalıyoruz. Ama eminim ki hepimiz zeytin ağacının çağrısını duyuyoruz. O zeytin ağacı ki gövdesi yaşlandığında, oyuk oyuk etekleriyle sarmaş dolaş dönen bir dansçıya benziyor. Yılların bilgeliğiyle kendi etrafında dönüp duruyor. Dönüyor ama duruyor yerinde. Hem toprağa kökler, hem göğe dallar salınıyor o kıvrak gövdeden.
Giden her bir zeytin ağacı bahçelerimize çoğalarak dönüyorlar şimdi. Doyurmaya, beslemeye, aydınlatmaya devam edecekler. Kaybolan canların tek tek canlandığı ve canlandırdığı bir süreç bu. Yeni bir süreç, yine bir süreç...
***
Dönüşüm sanatının öğrencileri olarak bizler! Ustalaşmak için kazmayı küreği ele alma zamanı gelmiş demek ki...
“Konuş konuş nereye kadar” diye geçiyor şimdilerde içimden, “Az laf, çok iş” diye geçiyor. Duvarlara yazasım var, evlere asasım var...
Toprakla yeniden bağlantı kurmak için bir fırsat daha...
Bir gönüllümüz deftere “İş, görünür hale gelmiş sevgidir” diye yazmıştı. Kişinin aynasıdır da diyorlar, lafa bakılmazmış...
İş sevgiyse ve iş aynaysa, buyuralım bakalım bu büyülü aşk aynasında ne göreceğiz?
Hayırlı işler!
Aşkla büyüyen zeytin ağaçlarımız oluyor bizim.
YORUMLAR