Deneyimleri paylaşmak…
Sabahı dinliyorum… Şaka maka Eylül’ü de bitiriyoruz. Cırcır böcekleri neredeyse sustu, tek tük cırıldıyorlar. Yaz zamanı ciddi bir iletişim engeli oluşturuyor cırcırların sesi, ortalığın aydınlanmasıyla başlayıp akşam çökene kadar durmaksızın toplu halde şakımalarıyla kulaklar uyuşuyor, Ali’yi Veli olarak duyup birbirimizi yanlış anlayabiliyoruz. Böyle zamanlarda birbirimize sık sık hatırlatıyoruz:
“Cırcır etkisi!”
Benim yanlış anladığım gibi diğerleri de yanlış anlamış olabilir.
Sağolsun Şiddetsiz İletişim ihtiyaçlarıma bakmayı öğretti. “Şu an neye ihtiyacım var?” Bu farkındalıkla kalbime soruyorum, eğer kalbimin sesini duyamayacak durumdaysam ya gidip biraz bendir çalıyorum, dans ediyorum ya da şarkı söylüyorum, sonra bir daha bakıyorum içime “gerçekten” neye ihtiyacım var? İhtiyaç gibi görünenlerin ardında başka gizlenenler var mı? Bu soruları sormak karşımdakinin de ihtiyaçlarını gözetmemi hatırlatıyor. “Senin neye ihtiyacın var?”
Kafamı sol avucuma yaslamış, dalmış gitmişim pencereden dışarı, kaç cümle yazardım kim bilir zihnimden geçenlerin hepsini yakalayabilmiş olsam.
Ne ince iş şu iletişim! Hassas terazide nazikçe dengeyi bulmaya çalışmak ya da eşinle dans ederken bir yakınlaşıp bir uzaklaşmak gibi.
Bugün nette bir yazıyla karşılaştım: “Deneyimlerimizi başkalarına dayatamayız.” Şaşırdım, düşünceleri dayatmayı anlarım da deneyimleri nasıl dayatabilir insan bilemedim. Kendi öykülerimizi anlattığımızda böyle bir etki yaratıyor olabilir miyiz?
Çocuktum, annemle Nişantaşı’nda ara bir sokakta merdivenle inilen küçücük bir dükkândan havlu aldığımızı hatırlıyorum, annem ucuza bulduğumuz kaliteli havluları herkese heyecanla göstermişti de konu komşu eş dost o küçük dükkândan bir sürü havlu almıştı. Bilgiyi, deneyimi paylaşmak o zamanlardan gelen bir alışkanlık benim için.
Diğerleri, başkaları kim? Ben bir başka senim deyip duruyorsam seni bir başkası gibi göremem, zorda kaldığımda kendime hatırlattığım deneyimlerimi seninle paylaşırım, gerçeği bulma yolunda sana ayna tutarım, ben o yoldan geçerken şunları yapınca hayatım kolaylaşmıştı, şunlar yoluma ışık olmuştu, cesaret vermişti, sana da versin, ben şuralarda takılmıştım, sen kolayca geç o yoldan.
Aferin Ayşe çok iyi yapmışsın, on puan, peki kibir de karışmış olabilir mi bu sözlerinin arasına?
Bazen karşımdakinin ihtiyacını o daha söylemeden hissettiğim oluyor, en iyi bildiğim kendi öykülerimden paylaşmak oluyor öyle zamanlarda. Çok bilmişlik, öğüt vermek, akıl vermek gibi anlaşılabiliyor sözler bazen, oysaki sadece hatırlatıcı.
Dedem ben küçükken bir Nasreddin Hoca hikâyesi anlatırdı:
Nasreddin Hoca oyunbaz ya, arkadaşlarını şaşırtmak istemiş, “dur bakalım ben ölünce ne yapacaklar” demiş, ölü numarası yapmış, almışlar onu, tabuta koymuşlar, at arabasının arkasında kabristana taşıyorlar, derken bir yol ayrımına gelmişler, hangi yoldan gideceklerini şaşırıp aralarında konuşurlarken bir türlü karar veremediklerini duyan hoca sonunda dayanamamış, tabutun kapağını kaldırıp kafasını uzatmış, kolunu da dışarı çıkarıp eliyle yolu işaret etmiş: “Ben sağ iken bu yoldan giderdim!”
Mezara kadar kendi öykülerimi anlatmaya devam! Kendime hatırlatacağım bundan sonra… Aman dikkat!… Dayatmadan… Üslup da önemli…
Yakında cırcırlar susacak ve birbirimizi daha iyi anladığımız günler gelecek, az kaldı…
Doğru iletişim de emek istiyor, kendimi doğru anlatabildiğimden ve “başkalarını” da doğru anladığımdan emin olma ihtiyacındayım.
Tabii, her zaman “olduğu kadar”…
YORUMLAR