Kafamızdaki Bekçi
İstanbul’da yaşıyorsanız, mevsim kışa doğru döndüyse, okul öncesi yaşta bir çocuğunuz varsa, AVM ziyaretlerinden hoşlanmıyorsanız, boş zamanlarınızı değerlendirebilecek birkaç küçük açık alan, park, orman kaldığını bilirsiniz… İşte geçen hafta haftanın tatil günlerinden birinde, arkadaşlarımızla, arta kalan üç beş ağaçlık bölgeden birine gittik… Polonezköy tabiat parkına.
Sonbahar doğası insana büyük keyif veriyor. Yerler yapraktan halı olmuş, upuzun dallar gökyüzünde birleşmiş, yağmur toprağın kokusunu yaymış etrafa; tam bir duyusal şenlik… Birlikte gittiğimiz arkadaşlardan biri (Gitte Vogel- Sirin) alman. 2 yıldır Türkiye’de yaşıyor, Uzay kadar bir oğlu var, pek yakın arkadaşlar…
Gitte geçen yıl boyu uğraşarak Atölye Çamur diye bir etkinlik organize etti… İstanbul’un göbeğinde, kerpiçten heykeller yaparak çocuklar toprağa temas etsin, kirlenmekten korkmasınlar, yeni bir yaratıcılık alanları olsun diye uğraştı… Gerçekten şahane bir aktiviteydi… Gitte’nin doğayla ilişkisinin bizimkinden çok farklı olduğunu kanıtlayan örneklerden ilkiydi kerpiçten heykeller. Diğer bir örneğini de Polonezköy’de izledim…
Sadece yere dökülmüş dalları ve birkaç parça ip kullanarak bir barınak yapmaya başladı ormanın içinde… Biz Türkler önce çekinik yaklaştık; “Bunu yapmaya iznimiz var mıydı?” ya da “Bekçi veya otoriteden başka biri gelip bize kızmaz mıydı?” Gitte’nin yapıtı ilerledikçe biz de katıldık ona; oraya biraz dal, buraya biraz yaprak derken ormana hiçbir zarar getirmeden, sadece oraya ait olan malzemeleri kullanarak, dikkatle bakmayanın çevreden ayırt edemeyeceği bir küçük ev yaptık… Çocuklar için birer örtü serdik içine; orada eğlendiler… Gitte olmasaydı böyle bir şey aklımıza gelmeyecekti, aklımıza gelseydi de cüret edemeyecektik…
Şimdi bunları niye anlatıyorum… Doğayla ilişkimizi algılamak adına çok önemli ipuçları var bu örneğin içinde… O gün ormanda gezen başkaları neler yapıyorlardı biraz da bundan bahsedeyim…
Bir adam ve bir kadın (topuklu botlarıyla), elinde telefonu ve telefonuna takılı selfie sopası ana yoldan yürüyor, durup durup kendi fotoğrafını çekiyordu elindeki alet edevatla; uzun bir süre onları izledim… Ne bir ağaca dokundu, ne bir yaprağa dikkatlice baktı; onun gündemi ağaç fonunda kendini en güzel nasıl göstereceğiydi…
Başka bir kalabalık çocuklu grup önden giden çocuklarına “Oğlum koşma düşeceksin, kızım yapma kirleneceksin, yaprakları ellemeyin pistir…” uyarıları eşliğinde dolanıyorlardı ağaçların içinde… Çocuk ormanda koşmasın, yaprağı ellemesin, çamura bulanmasın da ne yapsın…?
Bizler tabiattan o kadar uzaklaşmışız ki içinde olduğumuzda bile ona dahil olamıyoruz… Bizim için tabiat seyredilecek, kıyısından kenarından geçilecek bir çeşit manzara resmi ya da daha kötü ihtimalle yakacak odun, imara açılacak arsa, enerji üretilecek kaynak…
O gün, o küçük ormanda, o evin yapımına dahil olunca, taşlara, toprağa, ağaçlara dokununca orman bizim oldu. Biz de ormanın olduk… Ama aklımızda yer eden bekçi hala yerinde duruyor… Son senelerde bizi ağaçları korumak zorunda bırakan, İstanbul’un Avrupa Yeşil Başkent’i olmaya heveslenmesinde içimizi acıtan, nehirlerin boşa aktığını, korulara camii yapmanın ağacı korumaktan daha dindar olduğunu kafamıza kakan bekçi yerinde duruyor… O durduğu müddetçe biz ormanı ancak selfielerimizin arka fonu olarak algılayacağız… Ne acı!
YORUMLAR