Şerefe
2015, 2014’ten farklı başlamadı.
Henüz senenin başında Paris’teki Charlie Hebdo katliamıyla dünya ayağa kalktı.
Ardından Nijerya’da binlerce kişi Boko Haram saldırısıyla katledildi (ancak onda dünya ayağa kalkmadı).
Memleket içi gelişmeler de pek umut verici değildi. Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral için verilen ÇED raporu tüm eksikliklerine rağmen Bakanlık tarafından kabul edildi. Haklarındaki yolsuzluk iddiaları tarafından soruşturma açılan dört bakan aklandı. Ali İsmail Korkmaz davası ödül gibi cezalarla sonuçlandı.
Bunlar, en çok öne çıkan haberlerdi, ancak memleket (ve de dünya) gündeminde irili ufaklı, sinir bozucu çokça olay yaşandı.
Bu olayların sosyal medyada yansıması Türkiye’nin yaşanacak bir yer olmadığı, hayatın çok acımasız olduğu, insanlığın kötü olduğu... yönündeydi. Ki ben de zaman zaman katılırım böyle yorumlara...
Twitter’da biri, ‘Bugün en kötü gün’ diyordu Ali İsmail Korkmaz davasının sonuçlandığı gün için. Haklıydı da... 19 yaşında dövülerek öldürülen bir gencin annesi, o sırada ‘Oğlumun yaşı kadar bile ceza vermediler!’ diyerek isyan ediyordu Türkiye’nin tıkız adalet sistemine...
Oysa o ‘en kötü gün’, bazıları için de ‘en iyi gün’dü aslında... Çünkü bir tarafta hayat bütün acımasızlığıyla devam eder, anneler, zamansız ve acımasız bir şekilde ellerinden alınan yavrularının arkasından ağlarken, bir tarafta da yepyeni anneler, yepyeni bebeklerine kavuştukları için ağlıyorlardı.
Biri kız kardeşiminki olmak üzere iki doğuma girdim geçtiğimiz hafta...
Her ikisi sırasında da –ve ikisinden sonraki günlerde de- zaman durdu sanki. Dünya o bebeklerin etrafında döndü.
Tek gerçek onlardı, onların sağlıkla ailelerine katılması, her şeyin yolunda olmasıydı.
Candan Erçetin’in de dediği gibi, dünya da ölümden başkası yalandı. Ölüm, ve doğum.
Aradakiler, hani günlük hayatta endişe ettiğimiz şeyler aslında fasa fisoydu.
İşte bu yüzden dün çocuklarımla okuldan eve dönerken markete girip bir paket jelibon aldım ben.
Hani şu inek damarından yapılan, aşırı zararlı yiyeceklerden.
Üstünde de tonla şeker vardı üstelik. ‘Topik’!
Bir yanda Ali İsmail’in annesi oğlunun cezasız kalan ölümüne ağlar, bir yanda yeni anneler yeni kavuştukları bebeklerinin doğumuna ağlarken, aslında ‘dünyada ölümden başkası yalan’ken ve tek gerçek doğumken, oysa bizler bunu sık sık unutup gündelik hayatın fasa fisolarıyla zaman kaybedip boşuna endişelenirken, o sağlıksız, hatta kanserojen denilen şekerleri –çocuklarımla birlikte- mideye indirdim ben.
Çocuklarım şaşırdılar... ‘Anne seninle ilk kez böyle bir şey yapıyoruz’ dediler. Bir yandan abur cubura izin vermeyen annelerinin abur cuburun alasını ellerine tutuşturmasına anlam veremezken, bir yandan da mutlu bakışlarla –ve sanki annelerinin karar değiştirmesinden korkarmış gibi- hızlı hızlı şekerlerini yediler.
Bense mutluydum o an. Ne şekerin beyaz zehir olduğunu düşünmek istedim, ne de kanseri...
Aklımdaki tek şey yasakları –çocuklarımla birlikte- delmenin dayanılmaz hafifliğiydi.
Hayat, doğum ve ölüm arasında sıkışıp kalan zamanken, tadını çıkarmak gerekirdi. Bazen de şekerle...
Elimdeki jelibonu alıp havaya kaldırmak istedim o anda: Şerefe!
YORUMLAR