Martılar birbirine benzemez
“Ben olsam vapurlardan martılara simit atılmasını yasaklardım” dedi oğlan. Bin dokuz yüz altmışlarda, Şehir Hatları Vapur İdaresi tarafından İngiltere Manchester’deki “Maudslay ve Oğulları” tersanelerinde yaptırılmış, Marmara’nın yorgun sularında istim basarak çok aşık yüzdürmüş, çok onulmaz sevda iskandil etmiş emektar Kuzguncuk vapurunun rokoko tarzında biçimlendirilmiş güvertesindeydiler. Alabildiğine esmer bir delikanlıyla, gülünce yanaklarında gamzeler açan bir genç kız. Hüzünlü ve yağmura çeyrek kalmış bir nisan günüydü. Vakit, birazdan gecenin kapısını çalmaya başlayacak olan uğultulu bir akşamüstüydü.
“Neden” diye sordu kız.
“Buradan Adalara kadar kaç kilometre var biliyor musun ve bu zavallı martılar bir lokma ekmek uğruna vapurun arkasında o kadar mesafeyi uçuyorlar. Hiçbir canlı karnını doyurabilmek için bu kadar eziyet çekmemeli” diye cevap verdi karaşın oğlan. Belli ki o “tevatür” devrimcilerin yaşam öykülerini okumuş ve onları sevmişti.
Benim bunları yazmamdan iki gün önceydi. Söyledim ya işte, taçyapraklı bir nisan ikindisiydi. Vapurdaydım. Yüzlerce martı Kuzguncuk vapurunun dümen suyunda çığlık çığlığa uçuyordu. Birazdan İstanbul’a cam sicimi yağmurlar içinde eflatun bir nergis akşamı inecekti.
“Ne kadar da çok martı uçuyor ve hepsi de birbirinin aynı” dedi genç kız. “Yok, dikkatle bakarsan birbirlerine benzemediklerini görürsün” diye söze girdi delikanlı. Sonra da anlatmaya başladı:
“Bak şu biraz daha esmer olanlar kara martısıdır. Şuradakine gümüş martı denir. Şu tüyleri bembeyaz ve gözleri sarı olanlar balıkçıl martısı. Kanatları benekliler turna martısı. Biraz daha arkada hızlıca uçan ve kanatları külrengi olanlarsa kaşıkçı martısı. Telaşlı telaşlı uçan sarımtırak renkliler kırlangıç martısı. Bak içlerinde gözleri kırmızı olanlar bile var. Martılar İstanbul’un her yerinde yaşarlar. Asıl mekanları Adalar, Haydarpaşa Limanı, Boğaz, tekmil sahil şeridi ve Haliç’tir. İstanbul’da şafak sökünce martılar da nafakalarını doğrultmak peşinde bu yedi tepeli kentin her yanına dağılırlar.
Cami kubbelerine, tersane işliklerine, kilise çanlarına, balıkçı barınaklarına, sahil fenerlerine, yolcusu ve vapuru kalmamış, çoktan unutulmuş iskelelere, dalgakıranlara, doklara, yedi iklim dört bucağa eşya gönderen rıhtımlara, pusulasını çoktan yitirmiş şileplerin ölmeye yattıkları ıssız limanlara, yoksul gecekondularına, netameli çıkmaz sokaklara, adressiz varoşlara, Gümüşsuyu apartmanlarına, Balat kahvelerine, Sarayburnuna, Kumkapı ve Samatya meyhanelerine, Galata çilehanelerine, Karaköy’ün uygunsuz evlerine, bekar odalarına, eski Bizans hanlarına, tüm gün ha babam ticari aksatanın döndüğü bankaların damlarına, neresi aşağıya iner, neresi yukarıya çıkar bilinmeyen dolambaçlı merdivenlere, kefaki taşla örülü deniz çakarlarına ve ille de sevdalı başlar üzerine bir beyaz bulut gibi uçarlar. Martılar bir dersaadet kuşudur, İstanbul'un süsüdür ve martılar birbirine benzemez".
“Attila İlhan’ın ‘Zenciler Birbirine Benzemez’ romanı gibi oldu” dedi genç kız. Genç genç ve aşık aşık gülüştüler...
Uzaklara baktım. Güneş gitgide batıyordu. Adalar mavikara oluyor, külpembesi dalgalar inatla boğazın yukarılarına doğru akıyordu. Denizde karanlık bir mavi durmadan koyulup açılıyordu. İstanbul’a hüzünlü bir akşam daha çöküyordu. Tam karşıda Bostancı, Maltepe, Kartal ve Pendik’in ışıkları ufaktan ve kandil kandil yanmaya başlıyordu.
Uzaklardaki Yalova’nın Samanlı dağları gri bir pusa bürünmüş, mor dumanların içinden beyaz bir ışık topu gibi martı sürüleri geçiyordu. Şimdi İstanbul’un her yeri martıya kesmişti. Martılar bir sevda masalı gibi uçuyordu. Güneş battıkça eriyip kayboluyorlardı. Renkleri tütün sarısına dönüyor, gözlerinin siyahı, aklarına karışıyordu. Eve dönüş telaşındaydılar. Hem çok, hem tektiler. Uçmaktan çok, unutulmuşluktan yorulmuş gibiydiler.
Güneş gitgide batıyordu. Adaların talihsiz Tekfurlardan kalma kadim çizgileri inceliyor, ortalık Prusya mavisi bir akşama kesiyordu. İstanbul’a kimsesiz bir akşam daha iniyordu. Delikanlı anlatıyordu. Genç kız dinliyordu.
Bense her yanımı kuşatmış acıtıcı bir yalnızlıktan birazcık kurtulabilmek için sığındığım ve nereye gittiğini hiç bilmediğim şehir hatları vapurunda işte bunları düşünüyordum. Böyle bir sahne kurguluyordum. Hayatın milyonlarca karesinden birine bir de böyle bir resim çizilse fena mı olur diye düşünüyordum.
Yoksa ortada ne martıları anlatan karaşın bir delikanlı ne de onu aşık aşık dinleyen sarışın bir kız vardı. Sadece martılar vardı. Kalabalıklar içinde tek uçan ve birbirine hiç benzemeyen martılar...
YORUMLAR