Zühre

Güz vaktiydi. Ege'de çocukluğumun kadınlığıma el verdiği denizin kıyısında oturmuş, çakıl taşlarının üzerine gelip derinliğe geri dönen dalgaların salınışını izliyordum. Hava bulutlu, denizin rengi griydi. Genç kızlığımdan kalma bordo renkli şalım omuzlarımda, imbatın esişine gökyüzünü izleyerek eşlik ediyordum. Gökyüzü, göğün yüzü... Gök ile yüz yüze bakıp dertleşiyorduk. Akşam alacasına yakınken bulutların arası açıldı. Tam da o anda gözlerimi kamaştırdı yıldızların en erkencisi: Zühre, bana ruhumun ismini hatırlatan. Zühre, ışığı kendinden menkul. Zühre, gerdanımda taşıdığım...


"Seni beklerken her şey sana benzedi. " diyor şarkıda. İnsan bekleyerek varamıyor kendisine, kendisine varamadan da huzuru bulamıyor. Dünya; kendi yanında durmayı bilmeyen insanların sevgiyi, neşeyi, canlılığı eşten, dosttan, anadan, bacıdan beklediği bir yaşam çatısı. Dünya; öz değerini kendine sunamadan uzaklara kanat çırpan kuşların kendinden bihaber verdiği son nefeslerin saklama kutusu. Dünya; insandan insana akan acının, aşkın, pişmanlıkların, affedişlerin, vedaların, saçlara düşmüş akların toplanma diyarı. İnsan bu; yaşamak acemisi, sevmek acemisi... İmbat ellerimi üşütürken bunları düşünüyordum. Ayaklarımı denizin suyuyla buluşturdum. Önce kalbimi kıracak sözler sarf ettim kulaklarıma; sonra da elimi kalbimin üzerine yerleştirip bir söz verdim: "Beden fani canın sana emanet. Her hâliyle hakkını ver yaşamının. Bir evlat büyüten parçan gibi bütünlüğünle kucakla kendini." O gün bir şarkı söylüyordu Veysel: "Sandım ki zühre yıldızı, şavkı beni yaktı geçti."


Anneydi, eşti, dosttu, evlattı. Hepsi ayrı ayrı emekti, zamandı, dengeydi. Bir de insanın kendisi vardı tüm bunların arasında. Kendinden ayrı düştüğünde hiçbir ilişki toplanamazdı, hiçbirinde sağlıklı bir denge kurulamazdı. Bir de aş kazanma davası vardı, aşını âşık olduğu işlerle kazanma isteği, yaşamına aşkı katık etme isteği. Zelzeleler vardı, kırgınlıklar, imkânlar, imkânsızlıklar... Hepsi birlikteydi, hepsi hayattı. Hayat gibi bütünlüğü vardı insanın. Oturdum, bir bir çalıştım yaşam derslerini. Cesaret yalnızca, bir şelalenin çağıldadığı tepeden akan nehre kendini bırakmak mıydı? Hayır. Eline aldığın bir mercekle yaşamına bakmak, duyguların girdabından geçme gayretinde bulunmak, kendini anladıkça insanı, insanı tanıdıkça kendini tanımaya yaklaştığın bir yaşamı seçmek en az şelaleden atlamak kadar cesaret isterdi. Kendi kendini büyütme sorumluluğu...


"Gülü yetiştirir dikenli çalı, hiçbir zaman gül dikensiz olamaz. " diyor Veysel. Dikenlerime ve insanın dikenlerine gözlerimi açtıkça ve affettikçe dikeni ve yarayı... Ah! Büyümeyi bir oğuldan öğreniyorum. Varlığı yokluktan ve varlıktan, şavkı karanlıktan ve ışıktan... İnsanı hem yazın hem de kışın sevmeyi bir şarkıdan, beklemeyi ve sabrı doğadan öğreniyorum. Korkuyu korkudan, sevmeyi sevgiden, güçlenmeyi yalnızlıktan, iyileşmeyi zühre yıldızından... Merhametini, şefkatini, anlayışını kendine sundukça, kendine annelik ettikçe kalbi yumuşuyor insanın; böyleyken affediyor, böyleyse güveniyor yeniden. Kendine ve başkalarına olan güveni, kalbindeki sızı hafiflediğinde çoğalıyor. Ben anladım: özenli, özgürleştiren, ılık bir sevgi lazım kalplerimize.


Bahar vakti: Her ilişki emek ve zaman ister. Zamanın var mı? Paylaşacak emeğin var mı? Anlayışını kendine en çok sen sunmalısın. Sırtını sıvazlayacak ellerin hani? Ellerinle aş pişirdin, evlat doyurdun, eşe sarıldın. Ellerinle yazılar yazdın, evini temizledin, eller tuttun. Toprak kardı ellerin, tohum ekti. Büyüttü, büyüdü, büyüdünüz... Bunlar az şeyler mi? Ellerini fark edecek gözlerin hani? Gözlerinin göreceği bir ömür var önünde. Görecek gücü bulduysan kendinde, ne mutlu sana. Hatırla: "Tüm haktandır bu hayrü şer."


Hissettim ben yaşamın sırrını, hissettim. Şifa, ılık ılık akan bir sevgide. İnsan ve evren aynı mayadan mayalanmış. Gökyüzü ve yeryüzü arasındaki dağlar, nehirler, ormanlar, çöller... İnsanın da içinde bir hava durumu var, mevsimleri var insan ruhunun. Kendini büyütmeye, kendi sorumluluğunu almaya talip olduğunda ılık ılık akan bir sevgiye ihtiyacı var. Öfke ve yıkım, şiddeti davet ediyor yaşamına. Sevginin, özenin, nezaketin merhem olma etkisi var.


Masallar insanın iç dünyasını sembollerle ifade eden sözlü gelenek ürünleri. Onları anlatmayı deneyebilirsin. Ben öyle yaptım. Güz vakti, göğün yüzüyle bakışırken bana göz kırpan zührenin masalını anlattım. Kadını erkeği, kavuşmayı ayrılığı, çölü gölü, düğünü savaşı, tırmanmayı yürümeyi, emeği yası, aşı merhemi, içsel barışa giden yolda tanışılan ılık sevgiyi... Büyümek gibiydi.


Tüm bunları yazıyorken pencereden dışarıya takıldı gözlerim. Yüksek katlı apartmanların dış cephelerindeki çatlaklara, geleceği beklenen zelzeleye rağmen balkona asılmış kar beyazı çarşaflara... Hayat işte, ellerimizde ve ellerimizde değil. Bir gayret devam ediyoruz yaşamaya ve yaşatmaya. Bir gayretle yıkıyoruz çarşaflarımızı, çarşaflarımız rüzgârda salındıkça sabun kokuyor geceler ve gündüzler.


Yaşamak, bazı mevsimlerden geçerken insanın içini sabunlu sularla yıkamaya benziyor. Bazı mevsimler bir çeşme başında durmuş da testini doldurmuşsun gibi cömert davranıyor sevgisinde. Bir testiden dolmayı, bir çarşaftan yıkanıp yıkanıp salınmayı öğrenmeli.


Bir kapı çizdim günün sonunda. Kapıyı bir tek böylesi bir sevgi açıyordu. İçeriden akan ve aktıkça içeriye yeniden yeniden dolan... Böylesi nefes aldıran bir sevgi. Bu sevgi saçlarımı uzattı, uzun etekli elbiseler giydirdi bana. Bir gün, uzamış saçlarım ve kabarık eteğimle bir istasyonda döne döne salındığımda yaz gelmişti. Ömrümün yaz'ı.


Ve ruhumun Zühre mevsimi.


Fairouz - Habbaytak Bessayf



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.