Çürümeye muhtacız
3 ayda 3 taşınmanın verdiği rehavetle salondaki iki sandalyeden birinde oturuyorum. Sessizliğe terbiyesizce müdahale ederek önümdeki ince belli çaya kaşığı daldırıp deli gibi döndürdüm. Çıkan şıngırtılar aristokrat masalarındaki bardağı çınlatan bıçak gibiydi. Bir nevi söz hakkı istedim...
“Ne yapıyorsun?” dedi.
“Bak şimdi, düşün ki; ben girdapları yaratanım. Tufanı veren, canları alan yine benim. Bu bardaktaki çay çöpleri de insanlar…”
“Tamam…”
“Sırf canım istediği için ve belki canım sıkıldığından hepsini bir girdap içinde çevirip, hallaç pamuğu gibi köşeye atacağım.”
Konuya ani girişim ona komik gelmiş olacak. Güldü. “Gaddar bir istek bu…”
“Olanlar bunlar işte. Hallaç pamuğu gibi atılıp, savruluyoruz. Ve olanlar gaddarca değil bana kalırsa. Sadece olması gereken bu. Yolda yürürken sürekli neye bastığına dikkat ederek mi yürüyorsun?”
“Pek değil…”
“Yürürken, girdapları yaratan gibi, bir karıncanın tüm vücudunu tasvir edilebilecek en dehşet verici şekilde darmadağın ediyor, o karıncayı dünyadan tek bir adımla yok ediyorsun. Karıncanın cenneti de cehennemi de senin elinden oluyor. Sence karınca kime isyan ediyor?”
“Karıncaların isyan ettiğini sanmıyorum… Ve karıncaların bir tanrısı olduğunu da sanmıyorum.”
“Bir tanıdığımın tanrısı beyaz don ve takke giymiş bir minareydi… Onun tanrı algısı buydu.” Bir karıncanın tanrısı kederi, azabı, kasveti, mutluluğu veren kaderin kendisi mi yoksa bu yola bizi atıp unutan bir tanrı mı bilemedim…”
“Bence seri üretim yapıyor. Bir tane yaratıyor ve izliyor. Üretimde hata çıkıyor ve kafasını çevirip yenilerini üretmeye devam ediyor. Sonrasında malzemenin başına gelen her şey doğal süreç… Keder de, kasvette insanın yaşamına yüklediği romantizm..."
“Seri üretimi durmaksızın yapıyor ve asıl ihtiyacı olan şey gezegenin, evrenin ta kendisi. İşleyen bir sisteme ihtiyacı var aslında. Galaksiye baktığında dünyanın bir hücreden farkı olmadığı çok açık. Sadece her hücrenin kendi görevini yapmasını sağlıyor. İnsanların, isyanların, ayağını yıkayıp gittiğin caminin, kilisenin hiçbir önemi yok gözünde… Tek gereklilik doğanın çarkına fayda sağlamak. Yaşadığımız yerlerde doğaya faydamız olamıyor, kendimize faydamız olamıyor. Aksine faydasız, mesnetsiz yaratıklara dönüşüyoruz. Romero'nun zombileri gibiyiz. Çürümeye muhtacız...”
Burada olmamızın bir nedeni var. Hepsi doğaya dönmek için. Verimli olmak için. Plazalarda gün ışığı etkili floresanlar altında bir şirketin çarkı olmak verimlilik değil. Karınca gibi toprağı işlemek verimlilik. Bok böceği gibi toprağı eşelemek, havalandırmak verimlilik. Doğa çarkını işletmek asıl amacımız.
Şu anda dünya üzerinde yaşayan insan sayısından çok ölü insan sayısı var… Ve yaşayan birçoklarından daha faydalılar... Yaşayan bir gezegen için çürümeye mahkumuz… İşin güzel yanı yıllar, saatler ve saniyeler diye adlandırdığımız; zaman, bu çürümeyi olabildiğince nazik yapıyor… Farkına varmadan çürüyoruz. Ah ne güzel…
Kötü geçen yıllar değil. Biz kötüyüz çünkü farkında değiliz... Hepsi bu…
YORUMLAR