İyi ki kitaplar var!

Bunu bugün bir afişte gördüm, bir kitap fuarının[1] tanıtımı için yazıyordu. Okur okumaz içimde bir mutluluk hissettim. Aklımdan neler geçtiğini yakalamaya çalıştım, düşündüğüm sahne şuydu; fuarda heyecanla dolaşan insanlar, ellerinde satın alınmış kitaplar, yüzlerinde gülümseme, etrafta kitap kokusu, yazarların mutluluğu... “Dünyada daha güzel, huzur veren bir yer olabilir mi?” diyordum bir yandan da içimden.


Bu benim tabii, kitap düşünmeye başladığım an içimi bir huzur kaplıyor, güvenli yerim kocaman bir penceresi olan aydınlık kitap dolu bir oda benim. Çünkü kitap benim için mutluluk demek, çoğunu çoğu zaman okuyamasam bile. Çok iyi bir okuyucu değilim aslında, hızlı ilerleyemiyorum, kitap eline yapışanlardanım. Bir kere dikkatim çabuk dağılıyor, not alarak, altını çizerek okuyorum, her cümlede aklımdan geçenlerle kendimi bambaşka bir şey düşünürken buluyorum. Okumaya başladığım an çağrışımlarım hızlanıveriyor, zihnimi yavaşlatmakta zorlanabiliyorum. Bu nedenledir ki evin her köşesinde, alınacaklar listemde, çantamda her daim bir kitap vardır. Yoksa eksik hissederim kendimi. Kitapçıdan nadiren kitap almadan çıkarım, es kaza çıktıysam da mutlaka resmini çektiğim en az birkaç kitap olur ve bunlar topluca internetten alınmak için o sırada satın alınmadan çıkılmış kitaplardır. Kindle alıp hiç kullanamamış olanlardanım, kitaplarıma ve kalemlerime ihanet ediyormuşum gibi hissettim onunla, olmadı kullanamadım. Hala günün birinde bir çocuk kitapçısı açma hayali kurarım. Hah, bir de ıssız adaya düşsem yanımda kitabım, defterim ve kalemim (mümkünse biri fosforlu biri tükenmez) olsun isterim.

Şimdi kitaplarla olan bu ilişkim üzerine düşünüyorum. Kaynağı kesinlikle annem. Annem ile ilgili pek çok sahne içinden bir şey okuduğu zamanlara dair olan sahneler çok net zihnimde. Annem bir kitaba başladı mı en fazla 3 gün ömrü vardır, gece 3-4 gibi hala ışık yanıyorsa evde, o kesin kitabını okuyordur. Yine bir gazetenin tüm yazıları okunmadan, beğenilenler kesilmeden o gazete atılmaz (aslında hiç atılmaz o ayrı konu). Kitaplardaki ve gazetelerdeki “güzel sözlerin” yazıldığı bir defter mutlaka ortalıktadır. Ve annem kitap okurken iyidir, zihni o hikayeyle meşguldür, dolayısıyla gündelik dertler kafasına takılmaz. Çocuk zihnimdeki esas sır burada saklıdır.


Şimdi benim kitapla kurduğum ilişki, kitabın bana iyi gelen varlığı ile bu yaşantı arasında ilişki kurmamak düşünülemez. A. Bandura, sosyal öğrenme kuramında bunu model alarak ya da gözlem yoluyla öğrenme olarak tanımlar. Buna göre bir şeyi öğrenmek için bizzat yapmak gerekmez, biz bazı davranışları bir başka kişiyi izleyerek de öğrenebiliriz. Burada kritik olan yapılan davranışın ödüllendirildiğini (ya da işe yaradığını) görmenin izleyen kişinin modelin yaptığını tekrarlama olasılığını arttırmasıdır. Benim örneğimde annemin bunu tutkuyla yaptığını ve yapmak nedeniyle kendini iyi hissettiğini görmek yeterli bir ödüldür. Bugün bana kitap ile kurduğum çağrışımlarda çok anlamlı bir referans noktasıdır.


Buna maruz kalarak öğrenme de denebilir aslında, çevrede ne çoksa, neye daha çok maruz kalıyorsak, ne kendiliğindense, yoğun duygular ile eşleşiyorsa onu öğrenmek her zaman daha kolaydır. Bu formül tabi ki hem olumlu hem de olumsuz davranışların öğrenilmesinde geçerlidir. Örneğin şiddet ortamı çocuğa şiddetin kullanımını ya da şiddeti kullanmanın bir işe yaradığını kolaylıkla öğretebilir. Bazen hayatında hiç fiziksel bir mücadeleye girmemiş kişilerin, ilk fırsatta tıpkı bir boksör edasıyla dövüşebilmesi de biriktirdiklerinin bir tezahürüdür. Yine toplumda öne çıkarılan değerler de çeşitli kanallardan bu şekilde insanlara nüfuz etmektedir. Mevzu derin anlayacağınız.


Şimdilik olumsuz kısmına girmeyeceğim. O başka bir yazının konusu olsun. Olumlu örneklerden giderken yabancı dil öğrenimi geliyor yine mesela aklıma. Yabancı dil öğreniminde de maruz kalmanın önemine inanıyorum. O dile ne kadar maruz kalınırsa, yani çevrede kendiliğinden o dili konuşan kişiler varsa, o dilde müzikler çalınıyor, kitaplar etrafta duruyor, filmler izleniyor ve bunlar sadece hayatın bir parçası olarak var oluyorsa o dili “gerçek anlamda” öğrenmek mümkün olacaktır. Bugün bunca kişinin yıllarca ders alarak öğrenemediği yabancı dili gerçek anlamda öğrenmek amacıyla yurtdışına gitmesi tam da bu nedenledir.


Bununla birlikte bu sürecin duygu boyutunu mutlaka dikkate almalıyız. Beynin duygu merkezi, bilişsel öğrenmede yer alan nörokortikal alanlar ile iç içe geçmiştir. Bir şey öğrenmeye çalışan çocuk sıkıntı içeren bir duyguya kapılmışsa, öğrenme ile ilgili merkezler geçici olarak engellenmiş olur. Çocuğun dikkati problemin kaynağı her ne ise ona yönelir. Ve dikkatin kısıtlı bir kapasitesi olması nedeniyle, çocuğun öğretmenin ya da kitabın anlatmaya çalıştığını duyması, anlaması ya da hatırlaması bu sebeple güçleşir[2]. Aynı şekilde daha kolay öğrenilen, daha çok sevilen derslerde sıklıkla dersin kendisinden çok pozitif sınıf ortamının ve sevilen bir öğretmenin etkili olduğunu söylemek mümkündür.


Sonuç olarak ister bir alışkanlığın kazandırılması, ister bir konuya, derse, işe motivasyonun arttırılması olsun konu; hem nasıl bir model olduğunuza bakmak hem de ilişkili duyguları araştırmak, duygular ve öğrenme arasındaki bağlantıyı unutmamak faydalı olabilir. Mesela çocuğun yapmasını ya da yapmamasını istediğiniz davranışla sizin ilişkiniz nasıl? Çocuk bu davranış ile hangi duyguları eşleştirmiş olabilir? Ve acaba C. Jung’un dediği gibi çocuğunuzda değişmesini istediğiniz davranış, aslında sizde değişmesi gereken bir davranış olabilir mi?






[1]Üsküdar Kitap Fuarı

[2]http://www.danielgoleman.info/topics/social-emotional-learning/


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.