Ed TV
Eskiden film izlemezdim. Şimdi canım sıkıldıkça, uykusuz kalma pahasına da olsa açıyorum, bir film izliyorum. Sanırım Apple TV ve Netflix’teki tüm romantik komedileri tükettim. Geçenlerde 1999 yapımı Ed TV’yi izledim ve ne yalan söyleyeyim, çok etkilendim. Konusu şöyle: Reytingleri çok düşük olan bir yapım şirketi, kendini kurtarmak adına sıradan bir insanın hayatını 24 saat yayınlamaya karar veriyor. 30’lu yaşlardaki Ed Pekurny, bu riskli projenin yüzü olduğu gibi kısa süre sonra büyük bir şöhretin de sahibi oluyor. Bütün Amerika, Ed’in 24 saatini izlemeye başlıyor. Oyuncu kadrosu da çok sağlam: Matthew McConaughey, Woody Harrelson, Ellen DeGeneres ve Elizabeth Hurley oynuyor.
Sadece banyoda kamera yok. Ed uyanıyor ve program başlıyor. Arkadaşlarıyla yaşadıkları, ailesiyle ilişkileri her şey gözler önünde. Bütün gün iş yerinde ne yaptığı da… Bir arkadaşına gitmek üzere yola çıkıyor ama arkadaşı hazır bekliyor çünkü o sırada TV’den izlemiş oluyor. İlişkiler karışıyor, ne büyük aile sırları ortaya çıkıyor... Kız arkadaşıyla yaşadıkları, problemler… Hatta bir ara kendini bu şöhrete kaptırıyor. “Bu kız sana yakışmıyor” oylaması bile yapılıyor! Herkes söyleyecek bir şey mutlaka buluyor. Öyle bir sözleşme imzalamış ki hemen ayrılamıyor da programdan. Bir yandan para kazanıyor diğer yandan da çıkmak istiyor. Epey zorlanıyor.
Hani bir zamanlar Bizi Biri Gözetliyor evleri vardı. Onun daha fenası. Eskiden olsa bu denli etkilenmezdim. Film bittikten sonra saatlerce uyuyamadım sosyal medyanın tam da ortasında biri olarak. Facebook ve Instagram hesaplarımın her birinde 100 bin kişiyle konuşan biri olarak, beni fazlasıyla düşündürdü. Kendi adıma konuşmak gerekirse, paylaşmayı çok seviyorum. Kızımla olan ilişkimi, kocamla yaşadıklarımızı, iç dünyamı... Bir sınırım var ve o sınır dahilinde paylaşıyorum. Beni uzun zamandır tanıyan insanlar zaten biliyorlar, bir proje söz konusu olduğunda destek veriyorlar, beğenmedikleri bir şey olduğunda gayet düzgün bir dille eleştiriyorlar.
Ancak bir de tanımayanlar var, Keşfet’te ya da başka hesaplarda görüp hiç tanımadan yok etmeye kalkışan. Hiç tanımadıkları, bilmedikleri için öyle şeyler söylüyorlar ki, kaldırmak mümkün değil. Tamam, bazı şeyleri paylaşan benim, ancak nasıl ki belli sınırlarım varsa, karşıdan da onu bekliyorum. Birini tanımadan yorum yapmıyorsam, aynısı olur diye bekliyorum. Olmuyor. Olmayınca da hâlâ ve hâlâ yıkılıyorum. Bu huyumdan kesinlikle nefret ediyorum!
Bu sosyal medya dünyasının dışarıdan nasıl göründüğünü tahmin edebiliyorum. Çünkü birçok insana göre bloggerlar çok zengin, her bir paylaşımları reklam, dertleri yok, hepsinin çocuğu çok akıllı, kimse kocasıyla kavga etmiyor, hepsi her gün geziyor, ay sonunda hesap kitap yapmıyorlar, hep çok mutlular… Böyle düşünenlere kızmıyorum. Nedeni, belki de birçok kişinin kendini böyle göstermek istemesi. Nasıl ki ben hayatımı belli sınırlar içinde paylaşıyorsam, onlar da bu şekilde yansıtmak istiyor. Buna söz etmek benim haddim değil zaten. Ama bir şöhret olma, ünlü hissetme durumu var ki yadsınamaz. Sanki herkes bir marka…
Oysa Dijital Topuklar’ın düzenlediği İçindeki Marka atölyesinde Şule Yücebıyık bunu çok güzel anlattı: “Popüler olmak başka, marka olmak başka.” Biz bloggerlar, yeni adıyla “influencer”lar da farklıyız. Bazılarımızı özendikleri için takip ediyorlar, bazılarımızı kendinden bir şeyler buldukları için. Özenme kısmı bana göre değil. Kimseye özenmem, bana özenilmesini istemem. Ancak gördüğüm tabloda özenme oku çok yükseklerde.
Ani bir kararla Facebook ve Instagram kapansa ne popülerlik kalacak ne bir şey… Neden kimse bunun farkında değil, anlayamıyorum. Tıpkı Ed’in hayatı gibi. Başlıyor, ilgi çok hoşuna gidiyor, güzel para kazanıyor, sonra öyle bir ikilemde kalıyor ki neyi tercih edeceğini şaşırıyor. Belki de birçok kişi bunu yaşayacak. Göreceğiz hepsini.
Yine kendi adıma konuşmak gerekirse, büyük ders aldım. Ukalalık olarak algılamayın fakat kendi sınırlarım dahilinde kalan paylaşımlara devam edeceğim, para kazanacak bile olsam inanmadığım, kullanmadığım hiçbir şeyi paylaşmayacağım ve bu hep böyle devam edecek. “-mış gibi” yapmamak bir tercih, bu yolda ilerleyeceğim. Çünkü paylaşmayı çok seviyorum. Takip edenlerle konuşmayı, dertleşmeyi. Bana öyle tatlı şeyler anlatıyorlar ki, günüm iyi başlıyor çoğu zaman. Aynı şeyleri yaşadıklarım güvenip yazıyor. Bende kalacağını bilmeleri ve güvenmeleri nasıl güzel bir his anlatamam. Arada “ama yeter” desem de işte yazdığım gibi aynı sınırlarda devam edeceğim.
Takip edenler de umarım herkesin sınırlarını bilir, linç etme derdine düşmez. Ya da birine gerçekten “giydirmeden” önce az buçuk hesabını incelerler. Ve… Yine umarım ki tek tuşla kapanan bir dünyada kimse kendini şöhret zannetmez.
YORUMLAR