Pembe kabarık elbise
Toplumsal cinsiyet rollerinin dayatmasından bunalmış bir kadınsanız eğer bebeğinizin kız olduğunu öğrendiğiniz anda bilirsiniz evinize neler sokmayacağınızı. Prenses masallarını, Barbie bebekleri, o cart morları pembeleri, popüler çizgi filmleri... Çünkü görmüşsünüzdür oyuncak dükkanlarında cinsiyetlere göre ayrılmış reyonları, rafları ve renkleri; kız çocuklarına işlevsiz, sevimli ve her zaman pembe objeler, erkeklere arabalar, helikopterler, marangoz, mühendis takımları, silahlar, siyahlar ve maviler… Kız çocukları için rahatlıktan, sadelikten uzak kadınsı kıyafetler ve çizgi filmlerde cinsiyetlere biçilen katı roller…
Bir şeye “karşı” olup da ona dair bütün sembollere, söylemlere savaş açtığımızda çocuğumuz için de korkarız aynı zamanda. Bunları hayatımıza sokmamaya çalışır, dışarıda karşılaşmasın diye uğraşırız. Onlardan kaçmaya, ailemizi, çocuklarımızın tertemiz zihnini ve kalbini bu dayatmadan korumaya odaklanırız. Ve zamanla karşı olduğumuz her ne ise “anti” versiyonuna sıkı sıkıya sarılmış buluruz kendimizi. Hatta bazen de dayatırken…
Pembeyi seçmeyecek, üzerinde rahat ve salaş bir pantolon ile ağaç tepelerinden inmeyecek, mavili yeşilli t-shirtündeki çamur izleri hiç geçmeyecek, tütü ve gelinliklere göz ucuyla bakıp “peh” diyip geçecek, çay takımları ile oynamaktansa mahallede top oynamayı tercih edecek “güçlü” bir kız çocuğu hayal etmeye başlıyor insan, “karşı” olduklarını hayali çocuğunun hayatından çıkardığında. “Güçlü”; daha çok bir “erkek gibi” güçlü. Dayatılan kız ve kadın modelinin dışındaysa… Ona dayatılan güç erkekleşmiş bir model oluyor nasıl oluyorsa. İnsan kalıpların dışında düşünmeyi pratik yapa yapa öğreniyor işte!
Ben de kaçtım. Ona hiç cicili bicili elbiseler satın almadım. Evimizde TV yoktu; çizgi filmlere ve reklamlara maruz bırakmadım. Prenses masalları hiç okumadım. Aile hayatımızda iş dağılımı cinsiyet rolleri üzerinden değildi, kızım hep özgün sınırlarımızın, yapabilirliklerimizin belirlediği kolektif bir yaşamı izledi. “Yine de” bir gün elbiselere ilgi duymaya başladı ve başka bir gün “benim en çok sevdiğim renk pembe” sözü ağzından çıktı. Onun bu arzularını, seçimlerini kabul etmeye çalışırken içimde bir direnç ile karşılaştım. Bu nesnelere öfke duyuyor ve seçimlerinden korkuyordum, bunu anladım. Ben bir yerde yanlış mı yapmıştım, kızımı sisteme mi kaptırmıştım? Düşmanım neredeydi? Şimdi kiminle nasıl savaşacaktım? Pembenin suçu neydi ya da kabarık elbisenin nasıl hissettirdiğini, dönünce açılan eteğini merak eden bir çocuğa onun rahat ve güzel olmadığını inatla ima etmek, sürekli öteki renklerin varlığını hatırlatmak da bir çeşit dayatma olabilir miydi? Belki de asıl mesele pembeden, prensesten, etekten çok bunların ardındaki mana ve sürekli tekrarlanan mesajlarla ile ilgili olabilir miydi? Bu seçimlere direnmek, onlardan korkmak durumu daha karmaşık hale getirmez miydi?
Tam ne zaman korkmak yerine kucaklamayı seçtim hatırlamıyorum ama en son dört gün önce kızıma pembe ve kabarık bir elbise dikiyordum. Bütün mücadelemi bu elbiseye boca etmeden… Prenses olmak isteyen kızları yargılamadan ve onlardan kaçmadan.
Doğru bir yanıt beklemeden, duymak istediklerimi dayatmadan, sadece sormak için sorular atmaya başladım neden sonra ortaya; kültürün ve sistemin bu semboller üzerinden bize uyguladığı baskıcı gücü elinden almak adına. Ve çoğalttım sesli düşündüğüm sorularımı; ne de olsa yüklenen anlam yoksa, çocuğumu kalıba sokacak güç de yoktu, dayatma da…
“Aa az önce erkek çocuklarının oynadığı reyonda çok renk vardı, kız çocuk reyonunda her şey pembe neden böyle yapmış olabilirler acaba?"
“Tamir çantasını erkek reyonuna koymuşlar ne tuhaf! Geçen gün tartı bozulduğunda tamir etmiştim, çok şey öğrendim benim için çok keyifliydi aslında.”
"Dünya nasıl bir yer olurdu bazı şeyleri sadece erkekler, bazılarını da sadece kadınlar yapıyor olsa? Başka şeyler yapmayı seven insanlar nasıl hisseder acaba?”
“Rapunzel kuleden kaçmak için çok bekledi, sence başka nasıl davranabilirdi? Merak ediyorum acaba kendi de kaçmak için bir yol bulabilir miydi?"
Ben artık sadece "yaşıyorum" kızımla. Kadın olmayı kendim tanımlıyorum arzularım, meraklarım, farklılıklarımla. Kendim oluyorum, kendimi ortaya koyuyorum. Bedenimin gücünü kullanıyor, sınırlarımı keşfediyor, gerektiğinde yardım istiyorum. Mümkün olduğunca yer açıyorum yaşamın çeşitliliğine. Prensli, prensesli, pembeli ya da mavili bütün hikayelere. Kızımla sorularımızı çoğaltıyoruz birlikte. Evde oturan bir prensese rastladıysak bugün, hayvanlarla büyümüş, dağlara tırmanan başka bir kızın hikayesine konuk oluyoruz ertesi gün. Erkeklerin saklanmadan ağladığı çizgi filmleri buluyoruz, farklı etnik gruplara, kültürlerle iletişim kurmaya çalışıyoruz. Mümkün olan her şeyi keşfediyor, soru soruyoruz.
Çünkü sorgulamaya başladığımızda gerçekten bilmeye de başlıyoruz. Ve “bildikçe” güçleniyoruz. Daha çok tüketelim, tükettikçe o kalıba daha çok girelim diye bize sunduklarını “bildiğimiz” için tüketmemeye başlıyoruz ya da onun yüklediği anlamların yerine kendi özgün anlamlarımızı yüklüyoruz.
Şimdi ben de seviyorum pembeyi çünkü renklerin cinsiyeti yok; onlar herkes için.
Ve benim kızım güçlü bir kız.
“Kız gibi”yi kendi tanımlayan, kendi gücünü kendi ortaya koyan bir kız.
Pembe kabarık elbisesiyle kendi yolunu bulmaya çalışan bir kız.
YORUMLAR