Öfkeliyken sarılmak
Sanırım geçen seneydi. Bakışlarım içime dönük beş yıl geçirmiş olmanın verdiği alışkanlıkla yine sakinleşip, duygularımı anlamaya ve tetiklenmemin beslendiği yarayı/kendime yönelik inancı görmeye çalışıyordum eşimle canımı yakan bir tartışmamızdan sonra. Odaklanmış, zihnimi serbest bırakmış, düşüncelerimi izliyordum yargılamadan aklımdan geçenleri; sanki bir derenin akışını seyreder gibi... Genelde öyle yaparım ve sonunda kök nedeni giden saliselik, sinsi ve en zor duyulur olanı yakalarım... Ama yok. Bu sefer değil.
Kendi değerimden şüphe etmiyorum oysa, özsevgim de yerinde duruyor ve "sevilmeye layık/sevilen biri" olduğuma inanmak için eşimin sevgisine ihtiyaç duymuyorum. Konunun özyeterimle ilgisi zaten yok ve içimde her yere bakmama rağmen ı ıh... Bulamıyorum. İşte o an idrak ediyorum aramızdaki bağı; ilişki bağını. Bir bakıyorum ki kanayan yer aramızdaki "bağ"da. İlişkimizin ihtiyacı var onarılmaya hem ondan hem de benden yana...
O kadar uzun süre içimdeki yaralarla meşgul oldum ve kaydettiğim ilerlemeyle kendimi güçlenmiş hissettim ki "ilişkiyi" görmem zaman aldı biraz. İnsanın kendini bilmesinin ve öz'üyle ilişkisini onarmasının yeterli olacağını sanmıştım. Alma verme dengesinin ve ilişkisel ihtiyaçların varlığını gözden kaçırdım. Son bir yıldır gözüm bir içerde bir de ilişkilerimde artık.
Üç farklı katman gözlemliyorum ilişkilerimde. Biri "şu zamanda aranmalı, bu zamanda yanında olmalı, şu kadar ona verilmeli, şöyle denilmeli, böyle denilmemeli" diyen kültürel kalıplar, diğeri öz'le ilgili inanışlardan doğan ve özümüzle olan çarpık ilişkimiz nedeniyle dışarıda aradığımız "güya-ihtiyaç"lar. Sonuncusu ile alma verme dengesine dayanan ve akışkan gerçek ilişki ihtiyaçları.
İlk katman en sığ ama bir o kadar da çetrefilli olanı. Duygularımıza, düşünce, inanç ve yaralarımıza yönelik farkındalığımız olmadığında saplanıp kaldığımız yer orası. "Ben seni aradım/çağırdım/düşündüm, sen beni aramadın" diye tartışmaya başladığımız, sürekli saldırı, savunma ve kaçış halinde kalıp ilişkilerde acı ve güvensizliği yaşadığımız yer. Karşımızdakini bizim isteğimize göre davranmaya zorlamaktan başka bir sonuca varmayan, "ya istediğimi ver ya çek git" ikilemindeki sevgisizlik noktası. Hem de asıl isteğimiz sevgi iken...
Kolay kalkmıyor bu katman; kalıpların sınırlayıcılığını, içine kimsenin sığamadığını, içimizdeki gerçeği yansıtmadığını ve hepimizi sevgi karşılığında "zorundalık" hissine tutsak ettiğini idrak edip, acının nedenlerini aramak üzere kendi içimize yönelmeden...
İkinciyi kaldırmak (yüzleşmek) en zoru ve en ağırı... Özdeğerini, özsevgini ya da özyeterini başkasından/ilişkilerden almaya çalışma hali diye tanımlıyorum ben bu katmanı. Biri bizim beklentilerimizi karşılamadığında, istediğimiz ilgiyi vermediğinde, arayıp sormadığında durumu kişiselleştirip değersiz olduğumuzu düşünmeye ya da "o kim oluyor da bana böyle yapıyor/bana değersiz hissettiriyor" diyerek kendimizi yüksekte onu alçakta tutmaya olan eğilimimiz tam da bu katman aslında. "Banane banane bana verecek bunu!" diye bazen öfkeli, bazen de acı içinde içimizde yankılanan ses. Onaylanmadığımızda hissettiğimiz panik, başarısız olarak görülmekten duyduğumuz korku... Öyle ki o neyse istediğimizi almazsak sanki dünyanın sonu!
Bunlar hep bizim kendi öz'ümüze yönelik inançların, özdeğerimizi, özsevgi ve özyeterimizi dışsallaştırmış olamamızın sonucu. O yüzden güya-ihtiyaç diyorum ben onlara. Bu ihtiyacı bir başkasının karşılayamayacağı gerçeği ise ilişkilerimizde sürekli tekrarlanan hayal kırıklıklarımızın, kızgınlıklarımızın nedeni... Çünkü biz öz'le ilişkimizi düzeltmedikçe; kendi değerimizi, sevildiğimizi, yapabilirliğimizi bilmedikçe dolmayacak bir boşluğu ilişkilerden doldurmaya çalışmak beyhude...
İki ile üçü ayırt etmek oldukça zor oluyor öz'le ilgili bir dert varken ortada. Alma verme dengesini hissedebilmek zor içinde kocaman bir boşluk varmış gibi gelirken ve kaybolmuşken "değersizlik"te. Ama değersizlik, kendine yönelik sevgisizlik ve yargılama, özyeterini performans kaygısı ve başarı takıntısı ile baltalama sona erdiğinde, ilişkilerin ihtiyaçları da açıkça görünür oluyor yükselen özgüven, özsaygı ve kendine açtığın özgürlük alanı ile.
İlişkiler o zaman bir dansa benzemeye başlıyor, çekiştirmeden ziyade. Kendiliğindenlikle akıyor alınanlar ve verilenler. Biri ritmi kaçırırsa durup soruyorsun "ne oldu, neye ihtiyacın var ve aynı anda neye ihtiyacım var benim de?"
İhtiyaçlar masaya yatırılabiliyor kişiselleştirilmeden ve ötekinin gerçeği olup olmadığı hiç bilinmeyecek hikâyeler yazılmadan; duyulur oluyor ilişkideki herkesin sesi ve alan açılıyor ifadeye. Çünkü biliyoruz ki değerimiz değişmez ötekinin ihtiyacının ifadesi olan davranışı ile. Sevgi akışını hissedemediğin o acı veren an geldiğinde bile kalp açıklığı ile yaklaşabiliyorsun karşındakine; kendi yazdığın hikayenle saldırmak ya da içine kapanmak yerine. İkiniz de öfkeliyken sarılmaya cesaret edebiliyorsunuz sorunu öz'ünüzle ilişkilendirmeyince.
YORUMLAR