Bir ve biricik
Bilgiyle ilişkim aciliyet ve hırs içerirdi eskiden. Çünkü bilgi kabul, değerlilik ve başarı demekti. Başarı da yeterlilik ve güç. Kültürel anlamlarını içselleştirmiş bir şekilde "dışsal" olarak bağlı idim bu kavramlara. Dolayısıyla değersizlik, yetersizlik ve sevgiyi "hak etmeme" demek oluyordu onların yokluğu da.
Bu bağlamda beni en çok zorlayan şey bilginin sonunun olmaması oldu. Asla yeterli hissetmeyen tarafım bir kitabı bitirince onun kaynakçasını, sonra da kaynakçada yer alanların kaynakçasını okumaya götürdü beni. Böylece evimi her paniğe kapıldığımda kitaplarla doldurdum. Kitaplığımın ilk motivasyonu işte buydu; yetersizlik. Tabii ki hepsini okuyamadım. Hem zamansızlıktan hem de bir iki kitaptan sonra konuyla ilgili tatmin olduğumdan. Ama kitaplıkta bu kadar kitabın olması da iyiydi... Asla yeterli olmayacağıma inandığım için bana gerekli dışsal güveni sağlıyordu ilk bakışta... "Çok okumuş" olmanın getirdiği konfor alanını...
Sonra anne oldum ve içimde saygı ve koşulsuz sevgi odaklı bir bakış açısı şekillenmeye başladı. Naomi Aldort, Magda Gerber ve Janet Lansbury zihnimde ışıklar yaktı, havai fişekler patlattı. O zincirleme reaksiyon, deneyimlerim ve iç sesimle birleşti. Böylece yepyeni bir yolculuğa çıktım içimde. Yeni sorular sordum, yeni şeyler gözlemledim. Yorumladım, harmanladım ve sonra da yazmaya başladım. İkinci bir motivasyonla çocuk gelişimi kitapları ile doldurdum evimi. Her birini okuyup yaklaşımlarının saygı ve koşulsuz sevgi açısından eksiklerini yazacaktım... Manipülatif, kontrolcü, sözde saygılı, yönlendirici ve merak içermeyen yanlarını derinden inceleyecektim. Kitaplar ve yaklaşımlar hakkında yazmak bir türlü güvenemediğim deneyimim hakkında yazmaktan daha kolaydı... Ya da eğitim alıp uzman gibi yazmak... Daha konforlu bir alanda "sertifikalı" olmak, "benim deneyimim şöyle gelişti" demekten daha kolaydı. Çünkü onay kaygısı, kanıt kaygısını getiriyordu peşinden.
Ve tabi ki öyle olmadı. Kendi deneyimimden başkasını yazamadım... Elim bir türlü varmadı. Yazmak ve daha çok yazmak, aldığım tepkilerden sonraki hislerim hakkında düşünmek onay kaygımı azalttı, deneyimime, yeterliliğime güvenme yardımcı oldu. Yazdıkça şifalandım.
Kendi içime bakmaya, insan üzerine düşünmeye, yaralarımı görmeye başladığımda ise tuhaf bir şey oldu. Sorular soruyor, içimde cevapları ile karşılaşıyor, o cevabın üzerine yeni meraklar inşa ederek yol alıyordum. Cevaplarım o an için tatmin edici oluyor, sonra giderek derinleşiyor, yalınlaşıyor ve hatta bazen ilk cevabı bile değiştiriyordu. Belli bir yol tutturmuştum artık. Sade ve basit.
Tuhaf ve şaşırtıcı olan içimdeki cevabın daha sonra karşıma çıkan birtakım kitaplar, yazılar veya sohbet karşılaşmalarıyla onaylanması idi. Bu beni önce çok mutlu ediyor, sonra ise kızdırıyor ve aslında korkutuyordu.
Mutlu ediyordu çünkü kendi gücüme, sezgilerime, bilgeliğime güvenmiyordum ve onaylanmak bana iyi geliyordu: "Bak, Rosenberg de aynısını söylemiş! Ben de böyle düşünmüştüm! Hatta şöyle yazmıştım bir yazımda! Nasıl da aynı şeyi yazmışız!"
Kızıyordum çünkü artık o bilgi "sadece" bana ait değildi... Ve hatta yazarın yaşına ve kitabın basım yılına bakarsak hiçbir zaman benim olmamıştı... Bu konuda yazsam "Sen bu kitabı okudun da ondan sonra yazdın" diyeceklerdi (yazar burada kendi tecrübesine ve bilgeliğine olan güvensizliğini diğer insanlar üzerinden kendine geri yansıtıyor). "Hayır! Ben bunu kendim de düşünebilmiştim! Ben bu insandan eksik değildim ki bunu düşünemeyeyim! Önce onun söylemiş olması neyi değiştirir?" (vayy kıyasla gelen bir eksiklik inancı!) Referans vermek zorunda olduğumu düşününce de kızgınlık, bir de yetersizlikten beslenen bir kibir; "bunu ben zaten düşündüm!"
Ve korku... Sebebini henüz bilmediğim bir korku hissediyordum; "özgünlüğümü kanıtlayamazsam ne olacak?"
O dönemlerde kitap yazan bir blogger gördüğümde içimde yükselen anlık küçümsemenin (kibrin) de aynı yerden beslendiğini biliyorum şimdi. Kendi hikayeme, içten gelen/sezgisel bilgeliğime güvenemeyişimden dolayı, diğer insanlarınkine de güvenmeyiş ve cüretinden dolayı hissettiğim kızgınlık; "Ben yetersizken o nasıl yeterli olabilir?"
Ve yine aynı güvensizlik gençliğim boyunca fikirlerimi desteklemesi için kanıt sunmaya çalışma eğilimine ya da yazar adı verme paniğime yol açmış. Yazar adı ya da bilimsel kanıt vermezsem beni dikkate almayacaklarına inanmışım (Nedense o yazar isimlerini de hep unutturdum, hiç zamanında hatırlayamaz ve güvenilirliğim sarsıldı diye kendime iyice kızardım. Ve elbette referans vermekte, bilimsel kanıt destekli yazı yazmakta, sertifikalı uzman olmakta hiçbir sorun yok. Benim burada anlatmak istediğim, değersizlik ve yetersizlik inançlarının motivasyonu ile bunları yapmak.)
Kendi bilgeliğime güvenmeyişim, yolculuğumda kibri yan oyuncu olarak bıraktı. Düşük egolu yanım daha hakimdi bana çünkü. Birini değersizleştirerek bile kendimi değerli hissedemiyordum. Şimdi bunun bilgi, ilham, kolektif bilinç, düşünce enerjisi ve evrende işlerin işleyiş biçimi hakkında güzel bir farkındalığa yol açmış olduğunu görebiliyorum.
Kültür bilgiyi patentliyordu. "Yazı" devreye girdiğinde beri bir şeyi ilk kimin yaptığını (elbette görece olarak, bildiğimiz kayıtlar üzerinden) takip edebiliyoruz ve bunu çok önemsiyoruz. Biri bir şeyi benden önce yazdığında hissettiğim hayal kırıklığını ya da belgeler arasında daha önce kimsenin sormadığı bir sorunun cevabını bulmak için aylarımı harcayarak tez konusu aradığımı hatırlıyorum.. "İlk" olmazsa bir anlamı yoktu çünkü ne yazdığımın ne de master’ımın... Bilginin sahibi ben olmalıydım. Yazının olmadığı zamanlarda durum pek de öyle değildir gibi geliyor bana... Benzer ihtiyaçlar benzer sorular doğurmuş ve Dünya'nın çok uzak noktalarında aynı çözümü buldurmuş insanlara kimi zaman. Bu nasıl olmuş? Bu bilgi kimin sayılmış o zaman?
Şimdi ise daha farklı düşünüyorum: Bir ihtiyacımın/anlama çabamın/merakımın bir soru doğurduğunu ve zihnimin o sorunun frekansına odaklandığını... Yeterince odaklandığında ona ait olan bilginin çeşitli yollarla bana uçtuğunu/aktığını... Elimi attığım bir kitap, karşılaştığım bir insan, sorudan sonra yaşadığım bir deneyim, gördüğüm bir rüya, aldığım ilham, "aha!" anı... Çünkü düşünce bir enerji ve bilgi de öyle... Bunun bir inanca dönüşmesi için yeterince eş zamanlı tuhaflık yaşadım. Her şey evren dahilinde olduğuna göre var olmayan, hali hazırda beklemeyen bir bilgi, bir cevap yok... Kimin ihtiyacı varsa o orada... Kim sorarsa ona erişebilir.
İnsanların ve canlı olduğuna inandığım Dünya'nın, evrenin birbiri ile bağlantısını hissedebiliyorum bazen. Kolektif bilinçte birlikte ürettiğimiz duygu, inanç, düşünce veya ihtiyaçların bunlar üzerine düşünmeye eğilimli bireyler tarafından sezildiğini ve sonrasında da gerek cevap gerek buluş gerekse aksiyon olarak ihtiyaçların karşılandığını düşünüyorum. Benzer şekillerde hem de...Başka türlü açıklayamıyorum çünkü çok yakın zamanda Filiz’le, Emre, Merve, Emine ile benden çıkan benzer bir yazıyı, fikri... Ya da geçmiş ifadelerimin, sorularımın Charles Eisenstein ile bu kadar benzemesini... Hepimiz aynı hayalin, barışın, yeninin frekansına odaklandığımız için oluyor olmalı bu... Böylece ulaşabiliyoruz aynı bilgiye, ilhama belki de. Yani bireysel olarak odaklanmanın, düşünmenin enerjisel olarak gerçek bir ilham yolu açtığına inanıyorum kolektif bilincin içinde. Yan yana olduğumuzda, duygu ve düşüncelerimizle tetiklenen ruh halimiz bile birbirimizi bu kadar etkilerken bu teori bana çok uzak gelmiyor açıkçası. (İnsanların dokuz enerji merkezinin bazıları alıcı, bazıları verici olarak çalışıyor. Zihin enerjisi verici olanlar, alıcılar ile yan yana geldiğinde onlara salt düşünceleri ile ilham oluyorlar. Bazen birinin fikrinizi ağzınızdan aldığı oldu mu hiç? Bknz. kitap "Human Design veya İnsan Tasarımını Anlamak)
Öte yandan bir de içselleştirme mevzu var... Bazen arkadaşımla yaptığım derin bir sohbette, bazen de bir kitapta okuduğum bir paragraftan sonra içimde açılan öyle kapılar oluyor ki, üzerine cevaplar inşa ediyorum. Benliğimin bir parçasına dönüşüyor o paragraf. Kaynağından kopuyor ve kaynağıma ilişiyor. Benimle harmanlanıyor ve ilk kaynağını gerçekten unutabiliyorum. İşte buna içselleştirme diyorum. Bebekliğimden beri içselleştirdiğim öyle çok "veri" var ki beni ben yapan... Eskiden farkında olmadığım ama şimdi hissettiğim evrensel ve/veya kolektif enerjiler ve üzerimdeki etkisini de sayarsak...
Kaynağım kim benim? Dolaylı (temas içine girdiğim varlığın temas halinde oldukları) veya dolaysız temas ettiğim herkes ve her şey...
Benim kendi bilgeliğime güvenmeyişim kolektifi sezmeme neden oldu işte böyle. Bağlantımızı; evren ve birbirimizle... Düşünce enerjisini ve önemini, neye odaklandığımın neyi getireceğinin farkındalığını. Sezgi dediğimiz şeyin işte bu bağlantılar ve bağlantıdan gelene açıklığımdan başka bir şey olmadığını. İlhamın ve bilginin sahibi olabilir miydi şimdi? İfadenin/üretimin olur diyeceğiz ama o bile bazen birbirine benzemekten öte benziyordu...
Yine de bir türlü oturmayan bir şey vardı içimde. Kabul edemiyordum bu durumu kalbim böyle olduğunu bilse de... Benim olsun istiyordum. İlk ve tek olayım istiyordum. Benim ruhumun ifadesi ile başkasınınki arasında ile benzerlik olunca hayal kırıklığı yaşıyor ve kıyaslıyordum.
Sonra bir şey daha oldu... Bir deneyimim sonrası düşünce akışımı anlık olarak yazdığım yazılarım için kaynak soruldu bir okur tarafından. Ben de bir kaynak kullanmadığımı söyledim ama içimden köpürdüm. Hem kızgınlık hem de korku dalgasının aynı anda yükseldiğini fark ettim içimde. Yazımın ve deneyimimin özgünlüğünü kanıtlama arzusu hissettim. Ve aynı anda da korktum: "Kitaplığımda onca kitap var. Onlardan okuyup okuyup yazdım sanacaklar! Ne yapsam atsa mıydım o kitapları?"
Saliselik ve önemsiz görünen bu düşünceyi yakaladım ve tuttum onu... Ve Onun altındaki korkuyu...
Sonra oturup içimden akmasına izin verdim düşüncelerimin... Hepsini bir bir duyarak. Önce Emine'yi aradım ve düşünmeden konuştum. Akışına bıraktım. Bilgi hakkında düşündüklerim bunun kibirden çok bir korku olduğunu söylüyordu. Ama neyin korkusu?
Oturup yazmaya başladım düşünce akışımı öylece... Ve gördüm ki özgün olmamaktan, biricik olmamaktan korkuyorum. Benzer bir şey bulunursa yazdıklarıma o zaman kendimi ifade etmenin bir anlamı olmayacağını düşünüyorum. İlk ve tek olmayı arzuluyorum çünkü öyle olmadığımda deneyimimin bir anlamı kalmıyor... O ilk ve yeni değil... Yani değerli değil. O vakit ben de değerli değilim. Çünkü biricik değilim.
Nasıl olmuş da özdeğerimi buraya, biricik ve özgün olmaya bağlamışım? Şöyle demiştim çünkü içimde var oluş zemini ile ilgili: “Hepimiz değerliyiz, eşit değerli... Çünkü hepimizin var oluşu biricik...”
Elbette hepimiz biriciktik. Ama aynıydık da... Değerimi biricikliğe bağladığımda aynılığımızı, aramızdaki bağı onurlandıramıyordum ben. Kucaklayamıyordum. Bir olduğumuzu biliyor ama hissedemiyordum.
Sonra düşündüm... Kolektifi, birimizin sorduğu sorunun, söylediği sözün, yazdığı kitabın diğerimize açtığı kapıları... Hakikate giden yollarım bir yerden sonra nasıl da birleştiğini düşündüm. Hepimizin geçtiği ortak süreçleri, hissettiği ortak duygu ve ihtiyaçları.
Ve sonra deneyimleri... Biricik olan deneyimleri. Ben yaşadığımda biricik ve bana özgü olan, başkası ile aynı kelimeleri bile kullansam, sırf var oluşumun, zihnimin farklılığından bambaşka bir enerji üreterek anlattıklarım hani...
Ama benim değerim biriciklikten gelmez. Değerimiz var oluşumdan gelir... Biriciklik var oluşumun asla kaybedemeyeceğim bir parçasıdır. Değerim yaşam deneyimimin kendisinden de biriciklikten de bağımsızdır; biricikliğimin ötesinden gelir. Bütünden... Birden... Her şeyin özündeki sevgiden gelir… Sevgi de koşulsuzdur. Hem biricikliği hem de aynılığı kucaklar...
Sanırım bunca zaman “bir”liğe ve kolektife içimde bir mesafe koymuşum. Çünkü Bir olursam biricikliğimi kaybetmekten, yok olmaktan korkmuşum. Temelde bilgi, özgünlük vs üzerinden duyumsadığım kök inanış buymuş.
Şimdi kendim ile bütünü ayıramayacağımı gerçekten anlıyorum. Evrendeki hiçbir şeyle ve Yaratıcı ile aramda bir ayrılık olmadığını hissedebiliyorum.
Benim deneyimim hem kendim hem de Bütün için...
Şimdi kolektifi daha iyi kucaklıyorum. Hem ifademi hem de birliğimizi... Kucak açabilmek bana öyle iyi geldi ki. Eksiklik inancımın dairesinin kapandığını hissediyorum artık. Ve özdeğer dairemin de... Gücümü elime almak, ona tam olarak güvenmek hala masamda olsa da bunca yolu gelmiş olmaktan mutluyum...
Artık hissederek söylüyorum; hepimiz birbirimizin içindeyiz... Hem biricik hem biriz.
Şimdiye kadar yaşamı ifadeleri, var oluşları ile zenginleştirmiş olan atalarıma şükran duyuyorum. Kimi bilgi içimde kaynağından kopmuş kimisi kaynağıyla beraber canlı... Kimi ilham insandan gelmiş kimi dünyadan, kimi bir çiçeğin yahut yıldızın parıltısından... Artık hepsini onurlandırabiliyorum.
Oh!
YORUMLAR