Narenciye cumhuriyetim, limon başkentim
Şu an yaşadığım eve adımımı attığım gün limon ağacıyla yapmıştık ilk tokalaşmayı. Mevsimlerden ilkbahar, aylardan Mayıs’tı. Hayatımda hep büyük değişimleri/dönüşümleri yaşadığım mevsim ilkbahardır benim. Şiddeti yüksek depremlerde yıkılıp gidenler de hep ilkbahara denk gelir, sonradan kocaman bir ağaç olup köklenen filizler de hep ilkbaharda ekilmiştir.
Mevsimlerin varoluşuma etkisi aslında daha uzun ve derin bir mevzu. İlkbaharda tabiatla da, insanlarla da kurduğu hareketli, coşkun, yerinde duramayan ilişkiyi sonbaharda kuramayan biriyim misal. Elinde çapa, sebzelerin ekimi, ağaçların gübresi, çiçekleri çoğaltmak derken ilkbaharda toprağın uyanışıyla geçer kış mahmurluğum.
Mevzuyu uzatmadan başa dönersem… Yine bir ilkbaharda, yine tüm doğurganlığı üzerindeyken tanıştım benim limon ağacıyla. Solundaki nar, arkasındaki portakal vs. bu büyük tanışmanın arkasından geldi. Hem heybeti çok başkaydı limonun, hem hayallerimdeki yeri. Yolumu daha güney Ege’ye düşürmemişkenden beri dileğimdi, mutfağında salata yaparken penceresinden limon koparacağım bir evimin olması. Hem balkonunun, hem mutfak penceresinin önünde limon ağacı olan bir eve adım attığımda içimde bir çocuk bahçesi kurulmuştu sanki.
O yaşıma kadar yediveren olduğu söylenen ama olmayan çok limonla tanışmıştım. Karşımdakiyse gerçek bir yediverendi. Her mevsim çiçek açan ve her mevsim meyve büyütendir yediveren. Doğurganlığından dalları yardım istiyordu taşımak için.
Limonu, narı, portakalı… Kocaman olmuş, benden çok daha fazla zamandır köklerini bu topraklara vermiş bu ağaçlardı evin gerçek sahipleri. Ben sonradan gelendim. Öğrenmem gereken onların düzeniydi, onlara göre yaşamayı becerebilmekti.
Bahsettiğim bu tarihin üzerinden bir buçuk sene geçti. Bu, şu demek: ağaçlarla ilk kez bir tam yılı birlikte tamamladık. Limonun, portakalın ve narın çiçek açtıkları andan meyveleri büyütüp olgunlaştırdıkları anların hepsine varana kadar tüm aşamalarına birebir gözlerimle şahit oldum. Yaptığımız tek bir anlaşma vardı, aramızdaki ilişkiye asla suni bir şey karıştırmayacaktık. Ne olursa olsun, ucunda içlerinden birini kaybetmek dahi olsa ilaç, kimyasal olmayacaktı.
Mevsim icabı, cânım portakalın üzeri turuncu tanelerle bezeli şu an. Öyle güzel görünüyorlar ki yeşilin üzerinde, insan koparmaya kıyamıyor. Ama işte asıl mesele de burda başlıyor. Doğanın sana verdiğini doğru şekilde tüketmekte… Ziyan etmemeyi öğrenmekte…
Meğer ilaçlanmamış ağaçlardaki meyveler ne kadar kısa sürede çürürmüş. Haftalarca dolapta kalıp kılına zarar gelmeyen ne portakallar biliriz biz. Şimdi dört gün tut tezgahta, bir yerinden başlıyor yumuşamaya. Filizlenip çiçek açışını yaşadığın, o çiçeklerin her birinin kokusuyla haftalar boyu mest olduğun, birer birer çiçeklerin ucunda meyveye dönüşmelerine şahit olduğun bu mucizenin ziyan olması, bana kendimi ziyan etmekmiş gibi geliyor.
Üretilen bir ürünün ne emeklerle önüne geldiğini bilmeyen bir insan onu ziyan etmekten hiçbir sakınca görmeyebilir. Tanımadığın bir insanın başına gelenlere ilgi duymamak gibi. Ama gönül bağı, ten bağı kurduğun her şeyin akıbeti önceliğindir.
Demem o ki bu aralar dünyamızın rengi turuncu, kokusu mandalin portakal. Reçeller kaynıyor, yakıştıkları tüm tatlılar yapılıyor, meyve olarak tüketiliyor, velhasıl eller hep narenciye kokuyor.
YORUMLAR