Bir somun ekmeğin peşinde…
“Unu iki kere eledi, sonra suyla yavaş yavaş besleyip dünyanın suskunluğunda ağır ağır, telaşsız, dingin bir edayla yoğurdu hamuru ve karşısında oturup mayalanmasını, hamurun zamanının gelmesini bekledi. Sonra kekik koydu içine, birkaç damla zeytinyağı damlattı ve yine aynı iç huzuru içinde tekrar tekrar yoğurdu hamuru. Sonunda yuvarladı ve bir kerede şekillendirdi. Tekrar baktı eserine ve mutlu olduğunu düşündü. Son olarak hamurun üzerine çörekotu ile “HAYAT” yazdı ve akşam çökerken mutfak masasına tek başına oturup ağır ağır, düşünerek ve her lokmasına şükrederek yedi ekmeği. O, o güne kadar yediği en güzel ekmekti. Feride ondan sonra bir daha hiç öyle güzel bir ekmek pişirmedi.”
Şükran Yiğit/Çatıkatı Aşıkları’nın Feride’si bir daha hiç öyle güzel ekmek pişirmedi ama ben pişirdim. Nohut mayasının tatlı ekşi o kendine has kokusunda, elimi hamurun içine daldırmış, bir gün bu ekmeği bahçeye konduracağımız taş fırının içine yuvarladığımı hayal ederek bir değil, pek çok kez pişirdim o ekmeği. Ve hemen her seferinde bu üç beş satırlık kitap anekdotunu hatırlayarak sürüverdim fırına. Üzerine çörekotuyla “HAYAT” yazılmış ya da yazılmamış tüm ekmeklerin, aslında gerçekten hayatın tam da o ilk başlangıç noktası olduğunu unutmayarak…
Bundan tam altı yıl önce, hayatımı güvenle gittiğini sandığım o rotadan çıkaran süreci yaşadıktan sonra “madem öyle işte böyle” deyip, işten güçten de istifa edip kendimi profesyonel mutfaklarda bulduğum zamanlar… Staj yapıp sonra da çalışmaya başladığım ilk mekan. O gün sabahın erken saatinde mutfağın açılışını yapan ekipteyim. Girer girmez ilk işim hemen pizza fırınını açıp ısınmasını beklerken bir gün evvelden yoğurulmuş ve soğuk havada mayalanmış focaccia ekmeklerini alıp en sevdiğim uzun tepsilerin dibine altın sarısı mis gibi zeytinyağını döktükten sonra üzerine yaymaktı. Bir köşede bekleyen taze biberiyeleri kıyar, kaya tuzuyla birlikte her yanına serperdim. Parmaklarım, avuçlarım yağa bulanmış, yavaş yavaş ekmeğe masaj yapar gibi parmak izlerimi ekmekte bırakırdım. Focaccia’nın en önemli özelliklerinden biri zeytinyağında pişmesi, diğeri de yapanın parmak dokunuşlarını üzerinde taşımasıdır.
Ekmekler zeytinyağına bulanmış, herşey hazır. Koca fırın küreğini tepsinin altına geçirip alev alev fırına bir atışta yolladığımda çıkan ilk kokuyu ömürlük anlarımın arasına yazmışımdır. Pişmeye yakın ortalığı kaplayan koku, bütün arkadaşları teker teker mutfağa yaklaştırır, çıkan ilk ekmeği aç midelerden korumak için şaka yollu kaç kovala epey bir eğlenirdik.
Bunca zaman sonra bu anılara gitmeme vesile olan şey yine bir tepsi zeytinyağına bulanmış focaccia ekmeği oldu. Ortak mutfak hatıraları, zamanında paylaşılmış birkaç dilim ekmek, eli kolu aynı fırında defalarca yakmış olmak, yıllar sonra iki mutfak insanını bir Ege kıyısında bir araya getirdi. Omuz omuza defalarca ne ekmekler, pizzalar, makarnalar pişirdiğimiz arkadaşım, kolunun altına almış yine koca bir focaccia’yı, izimi sürmüş benim sakin, minik kasabamda. Aradan geçen zamanı bir somun ekmekle bağladık birbirine. Tıpkı Feride’nin çörekotuyla pişirdiği ekmeğin üzerine HAYAT yazması gibi.
Zaman, mayalanıp hayat oluyor, biz de bir ömür, azar azar, yer yer afiyetle, yer yer acıyla tatlıyla yiyip tüketiyoruz kendisini.
YORUMLAR