Ateşle Barut 1990…
Selahattin’li hayatım başlıyor…
Ben onu Saint Antoine’daki noel ayinine davet ediyorum, o beni trenle Ankara yolculuğuna davet ediyor, ikimiz de kibar insanlarız ya, davetlere icabet ede ede, sohbet üstü sohbet, dostluk koyulaşıyor. Sabahların kaçlarına kadar o konudan bu konuya atlaya atlaya, tanımadığım dünyalarda dolaşıyorum. Çok da seviyorum o dünyaları…
Zaten bizi müzik tanıştırdı ya, müzik de büyütüyor arkadaşlığımızı. “Bunu da biliyor musun, şunu da dinlemiş miydin, aaa sende Shadowfax albümleri de varmış!” şeklinde muhabbetler dönüyor arada…
Ben bir de yeni müziklerle yolculuklara çıkıyorum ki, ne yolculuk! Bilmediğim diyarlarda geziyorum; dehlizlere dalıyorum, nefessiz kalıyorum; sonra bambaşka bir ezgiyle içim kabarıyor, gün ışığına kavuşuyorum…
Muhteşem dünyalar bunlar!
Birlikte geziyoruz kitapçıları, kitap delisi bu adam bana kitaplarla da başka dünyaların kapılarını açıyor. Zen Kaçıkları’nı tutuşturuyor elime; ben otobüste, vapurda soluksuz okuyorum. Gezmek düşüyor benim de yüreğime o zaman. Krişnamurti’nin İç Özgürlük’ünü veriyor sonra; onu da yutuyorum bir çırpıda; ters geliyorum…
Bir sağdan çarpıyor kitap, bir soldan…
Başka bir özgürlük tutkusu anlam kazanıyor içimde. İlk okumayı öğrendiğimde, deliler gibi, tabelaları, sonrasında da çocuk kitaplarını okuyan bana, annemin hızıma yetişemeyip de elime yeni bir kitabı tutuşturduğu anlardaki gibi sevinçler getiriyor bu…
Günler geceler boyu ders çalışmaktan aç kalmışım, susamışım gibi yiyip bitiriyorum kitapları da…
İlk evliliğim için yarıda bıraktığım okuluma geri dönmüşüm; heyecanla, yeni arkadaşlarımla çıktığım yolculukta ilerliyorum. “Ev mi burası otel mi?” nidaları eşliğinde alelacele evden çıkıp okula, oradan hooop Selahattin’e…
Eve telefon: “Ben bu gece Kartal’da kalıyorum, arkadaşlar gelecekler, slayt seyredicez.” Klasik ikili işte! Bizde yalan yok öyle allahtan. Nereye gideceksem söylüyorum annemlere. Hiç de “emrivaki” değil. Zaten ben küçükken, arkadaş evlerine davet edilme çağım geldiğinde, “istediğin her yere gidebilirsin, yeter ki doğruyu söyle” demişler ve ne iyi ki ”bize yalan söyleme!” dememişler, ben de onların güvenini hep canlı tutmuşum böylelikle…
O zamanlar ne çok başım ağrıyor, uykularım düzensiz, bir nevi mini-bunalım geçiriyorum derken, Selahattin ilaç gibi geliyor bana. Sabahlara kadar dinliyor beni sıkılmadan; masajlar yapıyor o dertli başıma…
Öyle iyi geliyor ki bana, dert ettiğim ne çok şey varmış, anlamaya başlıyorum. Korkularımla burun buruna geliyorum, kırılmışlıklarımla karşılaşıyorum. Bazen bir anıyla dipsiz kuyulara çekilirken, elimden tutup geri çıkarıyor. Eski sevgilisi olan bir diğer akrepten ayrıldıktan sonra, iki yıldır inzivaya çekilmiş. “İnsan arıyorum ben yanımda, bir kadın değil” demiş. Ben de tam onun aramadığı kimliğimi reddetme dönemindeyken karşılaşıyoruz işte…
“Uykusuz kalıcam, yatmam lazım, uyanmama 4 saat kaldı, uyumalıyım” diretmelerimle yaşadığım anın keyfine varamadığımı, belki de o dört saatin çok keyifli bir uyku olacağını ve bana yeteceğini hatırlatıyor hep. Saati kolumdan çıkaralı çok olmuştu da zamana direniyordum hala, akmıyordum, “an”ı yaşayamıyordum. Bunları görmeme yardım ediyor. Şefkatle ilgileniyor benimle, bir insanın insanca davrandığı en güzel haliyle…
Yaralıyım… İyileşiyorum, en derindeki yaralarıma şifalı bir el değiyor. Çok iyi geliyor bu arkadaş bana çooook!
Arkadaş mı dedim?
A aaaa!
Nasıl yani?
E biz arkadaştııık, altı ay mı geçmiş?
E peki o Kartal’daki küçük evde çekyatta yatan iki arkadaş daha dün yanak yanağa uyuyorlardı da uslu uslu, bu sabah nasıl dudak dudağa uyandılar?
Annemler demişti…
Yan yana duramazlar diye…
Ateşle barut… Patlıyorlar… O da bişey mi? Yanıyorlar!
Aşk başladı! Çok şükür.
YORUMLAR