Turizm’in yatak odasında (!) hayat… Bodrum günleri –1

Bizde mucize öyküleri bitmez. Yemek yapmaya niyetlenmiştik ya, karşımıza da restoran-bar işletmeciliği çıkmıştı Bodrum Gümbet’te hani. Kaldığımız yerden devam edelim.


Ne ben profesyonel aşçıyım ne de Selahattin barmen, ama heyecanımız var, öğreniyoruz ikisini de.

Yıl 1992 aylardan Mayıs. Çalışacağımız otele eşyalarımızı yerleştiriyoruz. Otelin en uzak ucunda, penceresi olmayan ve kapısı da kırık halde yerde duran bir oda veriliyor bize, hemen tamir ediyoruz kapıyı tabii. Ne yapalım penceresi yoksa biz de kapıyı açık bırakırız. Yaz değil mi önümüz nasılsa?


Terasta ilk iş müzik sistemini kuruyoruz; neşeli müzikler eşliğinde dans ede dans ede diğer işlere el atıyoruz. İstanbul’daki meşhur bir bardan aldığımız ölçülerle kendi barımızı yaptırıyoruz ahşaptan, masa örtülerini de İstanbul’da diktirmiştik zaten. Alıcı gözüyle bakınca otelin resepsiyonu da hiç güzel görünmüyor gözümüze; oturma yerlerini düzenliyoruz, Japon fenerleri alıp takıyoruz birkaç tane, elektrik düğmelerinin dokunmaktan kararan yerlerini tek tek temizliyoruz. Otel sahibi pek gülüyor halimize, “boşuna yapıyorsunuz, bu adamlar anlamaz ki böyle şeylerden” diyor. Biz devam ediyoruz; yılmıyoruz bu yorumdan…


Ufak tefek eksikleri de tamamladıktan sonra sonunda hazırız; artık açılışı yapabiliriz.


Otele ilk gelen grup on altı kişilik. Ben, profesyonel ilk yemeğim olarak, çok sevdiğim bir arkadaşımın zamanında Altın Tabak adlı eski bir yemek kitabından öğrendiği fırında mantarlı tavuk yemeğini pişiriyorum gruba. Gelip hepsi birden masaya oturuyorlar, servisimizi yapıyoruz. Yemeye başlıyorlar! Bende bir heyecan ki sormayın, yemeden içmeden kesilmişim. Bir duvarın arkasından başımı uzatıp uzatıp yiyenlere bakıyorum gizli gizli; karnımın orta yerine çöreklenmiş bir düğüm hissiyle birlikte. Ve ellerimi iki yana açmış, ağzımda kocaman bir gülümseme, çok acayip bir şey oluyormuş gibi hayretle Selahattin’e şöyle diyorum: “Yiyorlar!” Selahattin her zamanki sakinliğiyle halime çok gülmüş olacak ki bana cevap veriyor: ”Ya ne yapacaklardı Ayşecim? Tabii ki yiyecekler. “ Oyyyy bu ne heyecanmış; yüreğim ağzımda çarpıyor sanki.

Teras kattayız ya, yoldan pek görünmüyor mekânımız. Kapıya afişler hazırlayıp koyuyoruz; ona da tek tük insan geliyor. Otel sahibimiz bozuk atmaya başlıyor bir süre sonra; memnun değil bu durumdan, surat asıyor. Ne yapsak ne etsek diye dertleniyoruz biraz, moralimiz bozuluyor. Haziranın ortası gelmiş neredeyse. Bir seçim yapmak durumundayız. Ya kalacağız, dayanacağız bir sezon boyunca, ya da kapıya bir kamyonu getirip eşyaları da yükleyip vazgeçeceğiz her şeyden; o gri şehre, İstanbul’a geri döneceğiz. Biz kalmayı seçiyoruz.


Otele İngilizler müşteri getiriyor. Bir de otelde kalan rehber var, pek suratsız. Birkaç cümle dışında neredeyse hiç iletişimimiz yok.


Bir anda tur şirketi rehberi değiştiriyor ve yerine İskoç bir başka rehber geliyor. Bu yeni rehberimiz ise öncekinden çok farklı. Gözlerimize bakarak ve hep gülümseyerek dolaşıyor etrafta. Çok sıcakkanlı, tıpkı bizlere benziyor, çok da eğlenceli bir aksanı var. Uzaktan selamlaşıyoruz.


Derken bir gün Selahattin, sevdiği İskoç bir müzisyenin kasetini çalmaya başlıyor. Bizim İskoç rehber heyecanla yanımıza geliyor ve soruyor: “ John Martyn bu! Nerden biliyorsunuz onu?” Çok severek dinlediğimiz bir müzisyen olduğunu söylüyoruz; şaşırıyor ve seviniyor. Aradan birkaç gün geçtikten sonra da bize gelip önemli bir açıklama yapıyor: “Bana Bodrum’daki barlar hep yüzde teklif ederler müşterilerimizi orada toplayalım diye. Siz bana hiç böyle bir şey teklif etmediniz. O yüzden de ben müşterilerimizi size getirmek istiyorum. Üstelik bum bum müzik de çalmıyorsunuz. Sizin müziklerinizi seviyorum.” Ne güzel haber bu! Samimi olduk İan’la artık; gelip geçerken kongalarımızı çalıyor, eğleniyoruz.


Farklı farklı otellerde kalan ve Bodrum’da yenecek akşam yemeği öncesi birkaç kadeh bir şey ya da çay/kahve içmek için bir araya gelen yaklaşık yüz kişilik bir grup insan, bir anda her akşam barımızda toplanmaya başlıyor. Otel sahibimiz bu durumdan çok mutlu tabii. Kalabalığa yetişebilmemiz için eşini de yardımımıza yolluyor.


Bizim durumlar otelin diskosunun İngiliz DJ’inin de kulağına ulaşınca, soğuk ve mağrur duruşlu bu arkadaş da teşrif ediyorlar sonunda barımıza, sohbet etmeye başlıyoruz. Derken memleketten annesi ve babası da geliyorlar David’in, sık sık barımıza uğramaya başlıyorlar. Ve anne bir gün bana büyülü bir soru soruyor: “Ayşe, ben Londra’da yıllarca restoran işlettim, ben sana liste versem, malzemeleri alsak da bir gece Hint yemeği yapsak ne dersin? Mutfağını kullanmama izin verir misin? Hem sen de öğrenmiş olursun.”

Allaaaaah! Ne şahane teklif, yeni yemek öğrenmek aşkına tabii ki “evet!” diyorum. Ve yine bambaşka bir macera başlıyor; hayatımızda yepyeni bir döneme adım atıyoruz.


Baharatlar, sizi çok seviyorum… Hintliler siz de az değilsiniz hani…

Bodrum öyküsü devam edecek; daha var bitmesine de şimdilik bu kadar olsun…



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.