İstanbul’a veda ederken…
Çıralı’da kaldığımız pansiyonda güneşli bir güne uyanıyoruz yine. Portakal ağaçlarının arasında nefis kahvaltımız hazır. Tavuklardan taze yumurtalar pişmiş, bahçenin portakalları reçel olup tabağa konmuş, zeytinleri yeşilli siyahlı parıldıyor, taptaze kokulu tereyağı sapsarı, çayın rengi buranın suyundan mıdır nedir berrak bir kırmızı, tadı ise şahane. Hele ki yufka ekmekler! Anlatılmaz tadılır ancak… Doyuyoruz gerçi ama kendimizi durduramıyoruz. Hem etrafın mis kokularını içimize çekiyoruz hem de damaklarımız şenleniyor. Daha ne olsun? Cennetteyiz galiba.
Çay çay üstüne derken bu şölen kahvaltı bir son buluyor ve odun kesen çocuğun yaşadığı eve yollanıyoruz Ali amcayla. Evin sahibi biraz çatık ve bol kaşlı, tombul yanaklı, sevimli bir adam. Karısı, Nuri İyem tablosundan fırlamış gibi uzunca yüzlü, boyu da uzunca bir kadın. Kızları Hülya orta boylu, yeşil gözlü, tatlı bir köylü güzeli, henüz 17 yaşında. Çay ikramı ile birlikte giriş konuşmalarından sonra konuyu açıyoruz. Evet, evlerini kiralamaya niyetliler. Konuşma gayet olumlu ilerliyor, sonunda beş yıllığına evlerini kiralamak konusunda anlaşıyoruz. Ne güzel!
Fakat ev sahibimiz bize diyor ki: “ Sadece restoran olarak para kazanamazsınız, pansiyona dönüştürürseniz evi daha iyi olur.” "Tamam" diyoruz, neden olmasın?
Meğer bizden önce evi pansiyona dönüştürmek üzere kiralamak isteyen başkaları olmuş fakat “ne doktorlar, mühendisler istediydi de vermediydik kızımızı” hesabı bize kısmetmiş bu güzel yer. Ne heyecanlı!
Ve yine meğer ev sahibi bütün planlarını hazırlamışmış. Evde duş-tuvalet yok, mutfak yok, ocaklı bir oda var, orada pişiyor yemekler, ekmekler. Evin önünde de iki tane oda yapmak üzere subasmanı hazır. Yanına mutfak eklenecek, uzun koridor da bölünüp duş-tuvalet yapılacak. Kader ağlarını yine örüyor!
Televizyon açık, biz tüm bu sohbetleri yaparken birden haberlerin yayınlandığına uyanıyoruz: “Uğur Mumcu öldürüldü!” Aman allahım! Gözlerimizden yaşlar dökülüyor, duyduğumuza inanamıyoruz. Ev sahipleri neden ağladığımıza bir anlam veremiyorlar o an. Sevinçle hüzün birbirine karışıyor, allak bullak bir halde el sıkışarak oradan ayrılıyoruz.
Pansiyona dönüp müjdeli haberi veriyoruz. Sonrasında planlar yapmaya başlıyoruz hemen. Bodrum’daki eşyalar toplanacak, pansiyon yapmak üzere yeni eşyalar alınacak, listeler, listeler, listeler… Elimizdeki para yeter mi, yetmez mi, nasıl olacak inşaat işleri?
Tüm bunlar kafamızda dönüp dururken, akşam yine soğuk odamızdaki birbirinden ayrı yataklarımızda yatarken konuşuyoruz Selahattin’le. Sessizlik oluyor bir süre. Düşünüyorum; köylük yere geleceğiz ve hala evli değiliz. En sonunda Selahattin’e şöyle diyorum: “Biz galiba evlensek iyi olacak.” “Evet” diyor Selahattin doğaçlama evlenme teklifime, “ben de öyle düşünmüştüm” diye ekliyor. E hadi bakalım hayırlısı.
İstanbul’a dönüyoruz; bu kez çantalarımızda hayallerimizle, umutlarımızla. Ailelere, arkadaşlara mutlu haberleri veriyoruz.
Pansiyonda toplam altı oda olacak, birinde biz kalacağız, bir duş-tuvalet evin içine, bir tane de mutfağın hemen arkasına yapılacak, mutfak tamamen sıfırdan inşa edilecek. Yatak sayısı on olacağına göre çarşaf, yastık kılıfı, pike ve battaniye almak lazım. Yastıklar, masa-sandalyeler, duş-tuvaletlerin klozetleri, lavaboları, mutfak evyesi, tuvalet fırçasından bataryalarına kadar pek çok şey var alınacak. Mutfak ayrı bir kalem. Allahtan Bodrum için çoğu malzemeyi almıştık. Biraz daha eksik gedik listesi yapıyoruz. Paramız ucu ucuna yetecek gibi görünüyor. Dostlar sağolsun borç veriyorlar, “kazanınca ödersiniz” diyorlar.
Çok eşyamız yok ama bolca kitabımız, plaklarımız, değerli aile yadigârlarımız var. Onları sığdırabilmek için yatakları sandık şeklinde yaptırmaya karar veriyoruz. Öyle şanslıyız ki evlilik işlemleri için Kadıköy’de nüfus müdürlüğünü ararken bir marangoza rast geliyoruz. Hemen anlıyor derdimizi, pek de güzel yapıyor yataklarımızı. Her şey kolayca halloluyor, aradığımız her şeyi de uygun fiyata buluyoruz. Evren pansiyoncu olmamızı destekliyor galiba.
1993 yılının Ocak ayının 29’unda, işlerimizin yoğunluğu arasında, Kadıköy Nüfus Müdürlüğü’ndeyiz. Doğum ve ölüm işlemlerinin aynı anda yapıldığı o dairede bizimle ilgilenen memur içeri girip cüppesini giyiyor ve Selahattin’in kızkardeşi ile şimdi eşi olan arkadaşımızın şahitliğinde nikâhımızı kıyıyor. Olayı videoya çekiyoruz. Sonrasında ailelerimizi evimize davet edip onlara seyrettiriyoruz.
Yaşasın! Evlendik işte, hem de yeni bir iş kurmak üzere hazırlanırken. Çifte sevinç ve heyecan var herkeste. İyi dilekler göklere ulaşıyor, herkes yardım için seferber oluyor ve biz, sonunda sevgili şehrimizi, İstanbul’u arkamızda bırakıp yeni bir yerde hayat kurmaya doğru ilerliyoruz.
Yine yuvarlak masa sohbetleri, yine arkadaşlarla toplaşmalar… Gündemde bu kez yeni bir isim arayışı var. Bir arkadaşımız diyor ki: “Benim dükkânın adı Fauna, sizinki de Flora olsun.” Ne iyi fikir! Pek seviyoruz bu ismi. Ve o akşam isme karar veriliyor iç huzuruyla: “Flora Pansiyon”. Böylelikle Roma mitolojisinde çiçeklerin ve bereketin tanrıçası da hayatımızın orta yerindeki tahtına kuruluyor. Hoş gelsin, safalar getirsin, yolu açık olsun…
YORUMLAR