Zarife’nin türküsü…
Tavuk besleyin diyorlar bize ama daha pansiyonculuğun başlarındayız diye düşünmüyoruz. Kümes, civciv, horoz ötüşü filan hiç aklımızda yok; fikir uzak geliyor henüz.
Ev sahiplerimiz yan bahçede yaşıyor. Tavuklarından biri geliyor bir gün bahçeye, ortalıkta dolanmaya başlıyor, sonra kayboluyor. Ertesi gün yine geliyor aynı tavuk. Bahçeye alışmasın diye kovalıyoruz. Daha ertesi gün yine aynı şey oluyor; gitgide tavuğun bahçemize ziyaretleri sıklaşıyor.
Bir akşam tulumbadan su çekerken göz göze geliyoruz o güzel kuşla. Kendine tulumba ile pansiyonun duvarı arasında yer bulmuş, geceyi orada geçirmeye karar vermiş, kendini de görünmez kılmış! Kıyamıyoruz tabii. Bırakıyoruz onu yerinde.
Sabah olunca ev sahiplerimize haber veriyoruz hemen. “Tavuklarınızdan biri akşamları bizde uyuyor” diyoruz. “Sizin olsun o zaman” demezler mi? Haydi bakalım, bizim yarı zamanlı bir tavuğumuz olmuş oluyor.
Eh şimdi bir isim vermek gerek bu arkadaşa. Öyle güzel ki; küçük pembe ibiği var, hafif tombul, biraz paytak yürüyüşlü, üstelik de gagasının üst tarafı alt tarafından kısa. Pek şuh bir hanıma benzetiyorum onu ve “Zarife” diyorum adına. Çağırınca koşa koşa geliyor.
Yavaş yavaş bize alışıyor, elimizden yem yemeye başlıyor. Garibim o gagasıyla yerden bir şey yakalamakta çok zorluk çekiyormuş. Veterinerimize bir gelişinde gösteriyoruz, o da dâhiyane bir fikirle alt gagasını da törpüleyip estetik yapıyor kızımıza. Artık yerden yem yiyebiliyor, kendini bize sevdiriyor bile. Tüyleri yumuşacık, bedeni de sıcacık.
Bir de hikâyesi var Zarife’nin. Yazın bir gün, ev sahibimiz Kumluca’ya pazara gitmiş, yanında da köyden bir turist, pazarda geziniyorlarmış. Derken turist ayaklarından bağlı yerde yatan bir tavuk görmüş ve gömleğini çıkartıp tavuğun üzerine örtmüş. Güneş de vurduğundan zavallı hayvan ağzını açmış, serinlemeye çalışıyormuş. Tavuğun haline acıyan turist çareyi tavuğu satın almakta bulmuş, ev sahibimize vermiş onu ve demiş ki: “Al bu tavuğu, sen bak, sakın kesme, ben her yıl geldiğimde ziyaret ederim, durumu nasıl diye bakarım.” İşte o tavuk bizim Zarife. Gagası da çiftlik tavuğu olduğundan öyle alt tarafı uzun üst tarafı kısa imiş. Çiftlik tavuklarının gagaları yan yana durdukları o daracık yerlerde suluktan su içebilsinler ve birbirlerini gagalayıp kanatmasınlar diye öyle kesilirmiş. Zarife de yaşı geçmiş ve verimliliği azalmış olsa gerek ki pazarda satılması daha “ekonomik” hale gelmiş. Ev sahibimiz de almış tavuğu getirmiş eve. Tavukçağız çiftlik hayatından köy hayatına uyum sağlamakta zorlanınca da soluğu bizim bahçede almaya başlamış.
Zarife Hanım bu gidiş gelişlerinden sonunda yoruluyor bir gün ve artık temelli bizde kalmaya karar veriyor. Kızımız bu arada ev sahibinin yakışıklı horozunun gönlünü çalmış, Zarife’nin peşinden bahçeyi o da ziyarete geliyor. Akşam olunca yine evine dönüyor ama; kibar çocuk!
Horoza da “Kibar” adını koyuyoruz. Tamamen kolaylık olsun diye, yoksa başka bir düşüncemiz yok; ondan bahsederken “Kibar Horoz demin buradaydı, geldi gitti vs.” gibi şeyler söylüyoruz.
Zarife var, Kibar Horoz var; bahçede geziyorlar. Bir gün bir bakıyoruz horozla birlikte bir tavuk daha gelmiş! Bu tavuk Zarife’den daha açık renkli. Şükufe olsun onun da adı. Zarife’ye kuma getiriyor galiba bizim horoz. Akşam olunca yine aynı senaryo yaşanıyor; evlerine dönüyorlar.
Derken horozun bu tavuklu ziyaretleri sıklaştığı gibi Zarife’nin de kumaları artıyor. “Süslü”nün desenleri var açıklı koyulu; o da sabahları karşımızdaki pansiyonun bahçesinden uça uça geliyor, akşam olunca dönüyor. “Dikkuyruk” da adı üstünde, kuyruğu diğerlerinden farklı; dik duruyor resmen!
Bir akşamüstü bir patırtı kopuyor. Bizim “Kibar Horoz” önde, ev sahibimizin oğlu arkada bahçede koşturuyorlar. Hayrola, ne oluyor? Meğer akşam yemeğine bizim damadı kesmeye karar vermişler; yakalayıp kasanın altına koymuşlar fakat tam keseceklerken bizimki bir punduna getirip kaçmış ellerinden; onu yakalamaya çalışıyorlarmış. Bizde bir telaş! Olamaz, bizim kızımız âşık ona!
Hemen duruma el koyuyoruz, ikna turlarına başlıyoruz. Bu horozu kesmeyin, madem canınız çekmiş, sizi akşama tavuk yemeye davet edelim bize??? Peki olur. Ohhhh, kurtardık damadı…
Ev sahiplerimiz, akşam için buzluktaki hazır tavuklardan hazırladığımız yemeği yerken açıklamayı yapıyorlar: “Madem durum böyle, biz de horozla birlikte Şükufe ile Dikkuyruk’u da size hediye etmeye karar verdik. Eh artık bir kümes lazım size. Kümesi yapalım da siz onları bir gece kümeste kapalı tutun ki alışsınlar.” Bakar mısınız şu işe?
Kümes tamam, Zarife çok mutlu, Horoz da bütün azametiyle bahçede geziyor. “Süslü”yü de karşı komşu hediye ettiğini ilan ediyor. Yumurta arama ve bulma faaliyetleri başlıyor bu sefer. Şükufe’nin sesi şuradan geldi, oraya bakalım, Dikkuyruk yatık duran küpün içini beğenmiş, oradan da bir yumurta…Amman ne güzel :)
Yumurta olur da civciv olmaz mı? Köyümüzün deyişiyle “cibiler” ortalıkta dolanmaya başlıyor kısa sürede. Ne tatlı şeyler. Herkes kesin de yiyin artık tavuklarınızı diyor. Biz bunları nasıl yeriz ki? Yiyemiyoruz tabii. Ecelleriyle ölecekler artık.
Birkaç yıl birlikte yaşadıktan sonra Zarife bir gün hastalanıyor. Sürekli uyuyor ve kuyruğunu da dik tutamıyor artık. Elimizden yem de yememeye başlıyor gitgide ve bir de bakıyoruz bir gece içeri girmiş, sehpanın altında yatıyor. Altına gazeteler seriyoruz. Bol bol seviyoruz. Adını söyleyince guguk guguk gibi sesler çıkararak bizi yanıtlayan tavuğumuz birkaç gün daha bizimle geçirdikten sonra bir sabah artık bize yanıt vermiyor, veremiyor. Tavuk cennetine doğru kanat çırpmış geceden. Bir kümes, bir horoz, üç tavuk ve civcivleri miras bırakarak bizi terk etmiş.
Törenle gömüyoruz Zarife’yi ve bize o an ağıt gibi gelen bir şarkıyı çalarak uğurluyoruz onu. Bundan sonra bu şarkının adı “Zarife’nin türküsü” olarak kalıyor ve sevdiğimiz, kaybettiğimiz her canın ardından çalıyoruz.
YORUMLAR