Başka diller, başka hayatlar…
Çıralı’daki komşularımız biri merak ediyor, biz de onların hayatlarını merak ediyoruz. Her fırsatta bizi davet ediyorlar. Yoldan geçerken görürlerse gözleme yemeye çağırıyorlar; çiçeklerine bakarak geçiyor olsak hemen bir sohbet başlıyor “kopar bir parça, götür”, “teşekkürler, siz de bize buyurun, sarı karanfillerden alın” diye. Aşure zamanı hele, tanışmak için en şahane fırsat. Hemen yanımızdaki evde ev sahibimizin kızı Hülya var, komşularımızla ilgili o da bize bilgi veriyor ufak ufak. Fırsat buldukça onun köydeki arkadaşlarını da ziyaret ediyoruz. Çok neşeli ve güler yüzlüler. Şakalaşıyorlar birbirleriyle, izlemesi çok eğlenceli bir oyundan fırlamış gibiler.
Köylülerimizden ilk duyduğumuz konuşmalardan pek bir şey anlamıyoruz. Yavaş yavaş ben bir şeyler kapmaya başlıyorum, sonra Selahattin’e tercüme ediyorum, en sonunda ikimiz de dillerini anlar hale geliyoruz, eğer çok hızlı konuşmazlarsa.
“Naaaber vooyyyynnn” diye bağırıyorlar birbirlerine, tabii biz hemen Hülya’ya müracaat ediyoruz. “Heeyyyy, filanca, ne haber” gibi bir şeymiş! “Nişleeecen endeeeeni?” diye soruyorlar, hiç bişey anlamıyoruz, “ne yapacaksın elindekini/ onu/bunu” demekmiş. “Hmmm, e tabii, ne işleyeceksin elindekiyle gibi bir şey herhalde” tarzı bir çıkarımla yorumlar yapıyoruz öğrendiklerimize. Dilin ne kadar canlı bir şey olduğunu ve nasıl da geçmişten izler taşıdığını görüyoruz.
Bir yerden bahsederken “orası kuzda kalıyor” diyorlar, “kuz” meğer “gölge” demekmiş….. “Hmmm, gölgede kalıyor ha, güneşli taraf güney, gölge taraf kuzey yani.”
Yaşlı bir teyzem güzel bir manzaradan söz ederken “işte önünde böööööle göklük var, çok güzel” diyor, “yeşillik” demekmiş.….“Vayyyyy, demek gök domates derken olgunlaşmamış, yeşil domatesten bahsediyorlarmış!”
Bildiğimiz rezene ya da arapsaçı burada “meleturo” ya da “veletura”. Hoppalaaa, bu kelime nasıl bir şey ola ki? Daha sonra öğreniyoruz ki, rezenenin Yunancadaki karşılığı marathon, Yunancanın en eski biçimi olan Miken lehçesinde ise ma-ra-tu-wo imiş. E hadi bunu nasıl açıklayacağız şimdi bakalım?
Küsbahar dedikleri kişniş, topçuk dedikleri zakkum, kavak dedikleri çınar, selvi dedikleri kavak, andız dedikleri servi, katran dedikleri de sedir imiş. Offff nasıl aklımızda tutucaz? Tevekkeli “dere boyu kavaklar, açtı da yeşil yapraklar” demişler. Oysa biz “selvi boylu”, “uzun uzun kavaklar” diye öğrenmiştik. Acaba hangi ağacı kastetmişlerdi? İyice kafamız karıştı.
Bir de h ve f harflerinin yer değiştirmesi var ki bunun nasıl olduğunu hele, hiç açıklayamıyoruz. Söylemesi kolay gelmiş demek ki, yoksa fırın nasıl “hurun” olur, hortum ise “fortum”a dönüşür?
Anladığımız kadarıyla, bazı kelimeler yabancı kökenliyse halk dilinde daha çok dönüşüme uğruyor. Bazı Öztürkçe kelimeler de yazı diline ya da şehir diline değişim geçirerek yerleşiyor. Dilin kaynağına yolculuk da çok eğlenceliymiş!
Bambaşka dünyalardanız gibi bazen ama bir o kadar da aynıyız. Her ne kadar bize “yabancı” deseler de biz hiç yabancılık çekmiyoruz. Hem yaban da vahşi demek ise eğer, o zaman yabancı da vahşi yaşamdan/kırdan gelen mi demek acaba? Hani köylerde hayat varken yabancı diye biri yokmuş da, daha büyük yerleşimlere geçince, yabancı diye bir kavram mı türetmişler şehirden olmayanlar, kırdan gelenler için? Kelime nasıl olmuştur da böyle bir anlam kaymasına uğramıştır öyleyse?
Böyle böyle birbirimize alıştıkça, onların kullandığı kelimeleri biz de günlük hayatta kullanmaya başlıyoruz; onlar da bizim konuştuğumuz gibi konuşmaya çalışıyor ufaktan… Değişimi, dönüşümü ve birlikte var oluşu deneyimliyoruz. Bazen İstanbullu bazen yabancı diye söz etseler de bizden, biz kendimizi hiç biyerli ya da o an neredeysek oralı olarak kabul ediyoruz.
Dünyalıyız galiba…
YORUMLAR