Ağaçlar konuşur!
Yazım için ilham versin diye yurdun önündeki “düşün taşı”na gitmeye niyet ettim. Taşa bu adı Selahattin vermişti yıllar önce, bir keresinde çıplak ayakla taşın üzerine adeta tünemiş ve düşünmüş. Tabii düşünmekten maksat kalbine gelenleri izlemek.
Taşa doğru yürüdüm, bir baktım ki içimden ikiz servilere gitmek geliyor, taşın yanından seğirtip onların yanına vardım. Bu aralar sık sık ziyaret eder oldum onları, gelenleri de tutup götürüyorum yanlarına.
Geçen akşam gece yürüyüşü yapıp Sevil ve Ebru ile yanlarına geldik. Onlar da ağaçlara sarıldılar görür görmez. Ve her iki arkadaşım da çok değerli anlar yaşamışlar, heyecanla anlattılar sonrasında.
Birkaç gün sonra Aylin ve Ayça ile birlikte de ziyaret ettik ağaçları. Vakit geceyarısını geçmiş, ay yarısından da daha küçülmüş, çamların ardından doğup bizim ağaçları aydınlatmıştı. Ayça, bizim ikizlerin hemen yukarısındaki uzun boylu bir çam bir çam ağacının yanına gitmek istediğini söyledi, ben de onu izledim. Ağacın gövdesinden aşağı doğru büyümüş bir dalı görünce hemen elini uzattı dala, “bak ağaçla el ele tutuşuyoruz” dedi, “bana elini uzatmış sanki!”
Ben hep gelip servilerden bir tanesiyle sohbet edermişim, ondan biraz yukarıda olan diğerini nedense ihmal etmişim. Bu kez -kendimi affettirircesine- ona sarılmak istedim. Akşam karanlığı çökmüş ama hâlâ rahatça görebiliyorum etrafı, ağacın altı ise karanlık olmaya başlamış. Elimdeki fenerle etrafa göz gezdirdim. Ağacın üzerinde karıncalar, böcekler, küçük kelebekler geziniyordu, çekirgenin biri bir dalda oturmuş bekliyordu artık ne bekliyorsa. Sarılsam üzerimde gezip dikkatimi dağıtırlarsa diye vazgeçtim sarılmaktan. Terliklerimi çıkardım, iyice sokuldum ağaca, yanında olmak bile yetiyordu. O sırada onun da yere doğru eğilmiş bir dalı olduğunu fark ettim. El ele tutuşuruz sarılamasak da.
Ve tuttum ağacın elinden. Bir süre sonra elimin ısındığını ve dalla birlikte salındığımızı fark ettim. Ya ben dengemi sağlamak için ayaklarımın üzerinde gövdemle salınıyordum, ya da hafifçe esen rüzgâr dalı sallıyordu. Birlikte bir nabız gibi atıyorduk sanki, sallanıyorduk ikimiz de. Ben mi ağacın elini tutuyordum yoksa o mu benim elimi tutuyordu? Kendimi tamamen yaşadığım ana bıraktım. Söyleyecekleri varsa duymaya hazırdım.
“Kuru dalıma dokunuyorsun ama hâlâ canım var, gövdemden henüz ayrılmamış. Öyleyse hâlâ yaşıyor o dalım. Benim canımdan tüm şifaya ihtiyacı olanlara can gelsin, ormanın canından da can gelsin, sen nefes alıp verdikçe buradan yayılsın.” Dediklerini yaptım, derin nefesler alıp verdim. Şifa olsun.
Birden aklıma yere koyduğum cep telefonum geldi. “Akıllı” değildi ama ses kaydı yapabiliyordu. Hemen ona sarılıp gelen sözleri kaydettim. Ağacımın elini bıraktım tabii bu arada. Heyecan içinde terliklerimi giyerken dala tutunuvermişim yine. Ağaç durdurdu beni, “dur, daha bitmedi söyleyeceklerim” dedi. Peki, kalıyorum o zaman, el ele tutuşmaya devam edelim.
“Hatırla! Kalbine yaz!” Sesli tekrar etmeye başladım ağacın söylediklerini, kalbime gelenleri kulağım duyarsa hatırlamam kolay olur.
Öyle kendimi unutmuşum ki, ayaklarımın altındaki zeminde küçük taşların tabanıma battığını fark etmemişim o ana kadar, acımış ayaklarım. “Adım at” dedi ağacım, “belki de rahat yer iki adım ötende, sen bir adım atmakla başla, rahat yerini bulabilirsin deneye deneye” Birkaç adım sonra daha rahat bir zemin bulmuştum. Dengede ve mutluydum.
Bu kez tamamlandım, gitmeye hazırım. Ağaçla parmaklarımızı birbirinden ayırırken vedalaştım. Onu selamladım ve teşekkür ettim. Ben şimdi gidip hem telefona hem de kalbime kaybettiklerimi yazmaya başlayayım.
Bilge ağaçlarımıza da bereket olsun.
Dönüş yolunda “düşün taşı” ile bir başka sefer buluşmak üzere sözleştik.
Ne yapalım, neye niyet neye kısmet.
Ormanın şifası üzerimize olsun.
YORUMLAR