Bir kitabın doğuşu…

Geldik 2011 yılına. Elektriksizlik susuzluğa benzemiyor, olmayınca bir şeycik olmuyor, hayat devam ediyor da, “olsa iyi olur” bir şey!


Yaz başında eski bir arkadaşımız Çıralı’ya tatile gelince bize de uğruyor, aradan yıllar geçmiş, birbirimizi görmediğimiz zamanlarda arkadaşımızın bir de yayınevi olmuş, laf lafı açıyor ve bana neden çeviri yapmadığımı soruyor. Ben de çevirinin ayrı bir yetkinlik ve pratik gerektirdiğini, ama isterse editörlük yapabileceğimi söylüyorum. Hemen “tamam o zaman, var mı çevrilmesini istediğiniz bir kitap?” diye sorunca benim aklıma hemen o kitap geliyor! Zamanında Çıralı’dayken bir arkadaşımız ilgimizi çeker diye bi kitabın fotokopisini armağan etmişti, buraya taşındıktan sonra kışın soba başında okuyup çevirmiştim cümle cümle, çok etkilenmiştik. Kuzey Amerika yerli halklarının şifa amacıyla kullandıkları bitkilerle ilişkileri üzerinden doğaya ve varoluşa bakışlarını, törenlerini ve her şeyden önce “kutsal” olarak adlandırdıkları şeyin ne kadar özel ve ne kadar hayatın içinden bir şey olduğunu anlatıyordu kitap. Bu insanlar bir anlamda bitkilerle konuşuyordu, yeterince zaman geçirip, saygıyla, arkadaşmışçasına davranıldığında bitkiler onlara şifalarını anlatıyordu, şifa olması için şarkılar öğretiyordu. Kalple oluyordu bütün olan biten, kalplerimizin elektromanyetik alanı, bitkinin elektromanyetik alanına uyumlandığında “başka türlü bir dil” aracılığıyla bilgi aktarımı gerçekleşiyordu, cesaret vardı, denge vardı, inanılmaz bir büyü vardı kitapta! Adı da Kutsal Bitki Şifası anlamına geliyordu.




Fotokopinin kapağı da el yapımı!


“Bakalım o zaman telifi alınmış mı?...Tık tık tık tık! …Alınmamış! Başvuralım o zaman! E hadi hayırlısı o zaman!” Tüm bunlar birkaç dakika içinde gerçekleşiyor, inanamıyorum! Hep düzeltmen olayım, editör olayım derdim, hayata bir “evet” dedim ve bir anda her şey akmaya başladı!


“Kim çevirecek peki?”


“Kitabın fotokopisini bize hediye eden arkadaşımız da çeviri yapıyor, o çevirir belki, soralım.” Soruyoruz, o da tamam diyor! E hadi hayırlısı gerçekten…


Plan yapıyor arkadaşımız,” üç ayda arkadaşınız çevirse, sen de bir ayda düzeltsen Ekim sonu gibi basarız kitabı.”


Hmm, ben bu yaz yine Çanakkale’ye gidiyorum, dönüşte düzeltirim o zaman. Tamam, anlaştık!


Çanakkale’den dönüşte heyecanla başlıyorum düzeltmeye, cümle cümle karşılaştırarak okuyorum, düzeltiyorum gerekli yerleri ve bunları günde iki ya da hadi zorladık diyelim, üç saat boyunca benzinli jeneratörün “tar tar tar” sesi eşliğinde elektriğimiz olduğunda yapabiliyorum. Ve bitmiyor bir türlü o yüzden de, Ekim geçiyor, Kasım geçiyor, “olmazmış meğer bu iş günde iki saat jeneratörle, bana şöyle gün boyu elektriği olan bir yer olacak ki, oturacağım bilgisayarın başına, kalkmayacağım, çay getirecekler, kahve tutuşturacaklar elime, yemek verecekler, ancak öyle biter bu kitap!” diyorum.


Aralık zamanları, havalar iyice soğumuş, kitapta tam da Terleme Çadırı ile ilgili bölümü bitirmişim, ertesi gün Olympos’taki bir arkadaştan telefon geliyor: “Blackfoot kabilesinden Jack ve iki Alman arkadaşı ile bizim orada dolunay zamanı Terleme Çadırı seremonisi yapıcağız, katılmak isterseniz bekleriz.”


Haydaaa! Bu kadar tesadüf mü olur, ya da böyle bir olasılık yüzde kaçtır? Aklımı şaşıyorum, neler oluyor?? Evde anne var, Aralık ayı, nasıl olacak? Dua edeceğiz hava güzel olsun, annenin yanına sıcak bir şeyler koyacağız ve gideceğiz bu şifa törenine…


Ahh a dostlar, bu kitap hikayesi birazcık uzun o yüzden o törende neler olduğunu anlatmam bu yazıya sığmaz… Hiç de üzgün değilim, kusuruma da bakın ama asıl pehlivan tefrikası şimdi başlıyor!



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.