Otorite, korkular ve yasaklar…
Havalar sonbahara meylettiğinden beri neredeyse her gün güneş doğmadan uyanıyorum. Evin arkasındaki doğu ufkuna bakan düzlükte güneşin pembe ışıklı portakal gibi yükselişini izliyorum. Tahtalıdağ’ın heybetli başı pembeye boyanıyor. İçim de böyle aydınlanıyor baktıkça, karanlık yerlerime ışık geliyor ohh!
Kendimi hatırlamaya başladığım zamanlar astım ve bronşit ile birlikte hayatımda “yasaklar” listesinin ortaya çıkışına rastlıyor. Alerjilerim olduğu tespit edilmiş ve bana “çikolata, çilek, lolipop, muz, yumurta yemek yasak, evde çiçek bulundurmak ve kuştüyü yastıkta yatmak, evde evcil hayvan beslemek yasak!”
Yasak!
Acı çekmeme engel olacak, iyileşmemi kolaylaştıracak diye düşünmemişim belli ki... Ne olduğunu bile anlayabilecek durumda değilmişim. Papağan gibi “bana şunlar bunlar yasak” derdim soranlara, “yasak” denmiş ve durdurulmuşum hayatımın o en önemli yaşlarında. Kim bilir zihnim ne kayıtlar aldı, büyümekte olan bir çocuğun kalbi tam büyüyorken nasıl büzüştü? Düşünsenize, çocuksunuz ve çikolatanın tadını bilmeden büyüyorsunuz, çilek, muz filan yiyemiyorsunuz… Tabii ki bunlarsız büyüyen milyonlarca çocuk olduğunun farkındayım, söylemek istediğim şey o keyif veren tatlardan bihaber büyümüş olmam. Böylece hiçbir “güzel” şeye düşkünlüğüm gelişmemiş, büyüyünce de “şunsuz yaşayamam” dediğim tatlar olmamış, lezzetli olanı sevmek ve bir daha, bir daha yemek gibi bir alışkanlık geliştirmemişim. Bu çok iyi bir şey bir taraftan. Tek alışkanlığım var, o da süt, yasak listesinde yok ya!
Otoriteye itaat o zamanlar gelişmiş. Doktorlar yasak demiş, ben de kuzu kuzu kabul etmişim haliyle. Belki de iyi geldiğini görünce yasaklarımı sever bile olmuşum.
Evdeki otorite de annemdi, bir yere mi gidilecek, nereden ne alınacak, neye ihtiyacımız var, bunlara hep annemin karar verdiğini hatırlıyorum. Şu sözleri söylediğini de: “Kızım yeni bir ayakkabıya ihtiyacın olduğunu biliyoruz, baban maaşını alınca alacağız önümüzdeki ay” Otorite ihtiyaçları biliyor ve karşılıyor, ihtiyacım nedir diye düşünmeme bile gerek kalmıyor! Oh ne rahat! Öyle mi gerçekten? Kendime neye ihtiyacım var diye sormamışım, kendimle bağlantı kurmak için bunca yıl geçmesi gerekmiş.
Küçükken dedemin kardeşi Ethem dede ve dünya tatlısı eşi Muazzez yenge bize çok yakın otururlardı. Muazzez yengenin bir “peki torbası” hikâyesi vardı. Hayali bir torba bu, boynunda asılı, önceden 41 kere peki deyip torbada biriktiriyorsun, annen her bir şey söylediğinde “peki” deyip torbandan bir tanesini kullanıyorsun, torbadakiler bitince yerine yine 41 tane “peki” ekliyorsun. Oyyy! Peki, peki, peki, peki! O zamanlar her şeye peki diyen insan makbulmüş, bu oyunla itaatkâr bireyler yetişmesine nasıl da katkıda bulunduklarını ne bilsin eskiler.
Annem de, babam da, doktorlar da, Muazzez yenge de ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar kendilerince, benim tüm bunlardan bu denli etkilenmem kendi karmamla ilgili.
Sonra okul yılları ve öğretmenlere itaat, hele ki ortaokul – lise yıllarını kız lisesinde okumak! O çirkin, ruh karartıcı lacivert forma! Etek boyu dizlerini geçmeyecek, ince çorap giyilmeyecek, saçlar açılmayacak, tırnaklar uzatılmayacak. Oldu! “Okul bitsin, formamı paspas yapacağım, ateşe vereceğim!” deyip dururdum.
Bir de erkeklerden korkmayı, köşe bucak kaçmayı öğrendik tabii okulda. Okul bahçesinin yüksek duvarlarına bitişik erkek lisesi vardı ne de olsa, bahçede birbirimizi bile göremiyorduk. Ne büyük bir eksiklik hâlbuki karşı cinsi tam da büyürken, ergenliğe geçerken tanıyamamak, arkadaş olamamak, bir erkeğin sesi, vücudu nasıl gelişiyor görememek ve hep korkmak, kendini sakınmak erkek cinsinden.
Allahtan annem de babam da beni erkeklerden korkutmadı, annemin; “Kızım, erkeklerle arkadaşlık daha iyidir, geliştirir insanı, kızlar dedikodu yapmayı sever, erkeklerle her konuda sohbet edebilirsin” demesi kulağıma küpe olmuş ama uygulamada bir şey yok ki o zamanlar... Artık apartmana taşınmışız, mahalle arkadaşlığı da yok! Platonik aşklar var o zaman, cinselliğin akla bile gelmediği hayranlıklar... Ben de alt kattaki komşumuzun oğluna âşık oluyorum. Lisedeki kız arkadaşlarımdan başka kimse bilmiyor. Alt katı dinliyorum sürekli. Ne zaman eve geldi, ne zaman uyandı? Takip ediyorum, beni müzik dinlemeye davet ediyor, derslerimde takıldığım yerler olursa beni çalıştırıyor. Umutsuzca aşığım. Musevi diye baştan yasağız birbirimize diye düşünüyorum herhalde. Gözlerinde kaybolup giderken uzaklara bakıyorum bir anda, kimse fark etmesin içimin titrediğini. Aşk bile yasak!
Okulda “uslu, cici, akıllı, güzel kızlar erkeklerden uzak durur” gibi konuşulmayan ama hissedilen bir baskı var. Evde de birilerinin başına “kötü bir iş” gelmesinden korkulan durumlardan söz edildiğini duyuyorum ara sıra. Filancanın kızı sevgilisinden hamile kalmış, kürtaj olmuş, herkes hayret içinde, nasıl böyle bir şey yaptı vah vah!
Kızlarla oğlanları bu kadar ayrı tutmaya çalışırsanız olacağı bu! Kim bilir ne güzel dostluklar olabilecekken, kadın ve erkek cinsi olarak birbirimizi insan olarak tanıyıp sevmeyi, belki de bazılarıyla ömürlük dostluklar kurmayı öğrenebilecekken budanıp güdükleştirilmişiz; duygularımızı, sezgilerimizi tanıyamadan üstlerini örtmüşüz. Cinsellikle ilgili yasaklar ve korkular o zamandan kazınmış içimize…
Heyhat! Ruhumuza işleyen şeylerin farkına bile varmıyoruz, sonra otur, temizlemekle uğraş!
Kimse benden gücümü bilerek almamış, ben bilmeyerek teslim etmişim, şimdi o güçlerimi nerelerde kaybettiysem oralara bakarak, keşfetmek için iğneyle kuyu kazarak geri topluyorum onları bir bir, şifalandırıyorum kendimi…
Otorite de, korkular da, yasaklar da uzak olsun hepimizden, barışa giden yollarımız ferahlasın artık.
YORUMLAR