İşini sevmek…
Şişli’de oturduğumuz yıllardı, 70’li, 80’li yıllar, o zamanlar saat takmaya bayılırdım, kolumda olmadığında kendimi eksik hissederdim. Elle kurmalı saatler vardı o zamanlar, çok sık olmasa da arada bir çarklar şaşardı, tamirci yolu görünürdü.
Yokuşun sonunda, birkaç basamakla inilen minicik, karanlık bir saatçi dükkânı vardı, çalışanlar da genç abi ve kız kardeşi, güler yüzlü, nazik ve sessizce çalışan, hatayı hemen bulup tamir eden insanlardı. Onlardan çok etkilenmiş, örnek almış olmalıyım ki aklımın bir köşesinde yer etmişler, kendi kendime şöyle söylediğimi hatırlıyorum: “İnsan yeter ki işini iyi yapsın, yaptığı işi sevsin, isterse dükkânı kuş uçmaz kervan geçmez yerde olsun, insanlar gelip onu bulur.”
İşletme okurken en çok insanlarla ilgili olan konuları severdim, sayıları ve problem de çözmeyi sevmeme rağmen “Masa başı işim olmasın, rakamlarla uğraşmak istemiyorum, ben insanlarla doğrudan ilişki içinde olabileceğim hareketli bir iş istiyorum” derdim.
Sadece istemek yetmedi tabii ki, kararlı da olmam gerekti, daha okul bitmeden son sınıfların parlak öğrencilerini “araklamak” için mülakata gelen büyük şirketlerin bir tanesinin bile toplantısına katılmamıştım, içim öyle “kariyer, rekabet “ gibi kavramlara daha o zamandan ısınamamıştı, hatta gıcık oluyordum denebilir.
Gelecek korkusu diye bir şey hissettiğimi hatırlamıyorum, bir şekilde çalışırdım nasıl olsa, ne de olsa okurken çalıştığım işler olmuştu ve bu işler yavaş yavaş istediğim iş konusunda emin olmamı sağlamıştı, bir şekilde hizmet sektöründe olmalıydım ben, insanlarla iletişim halinde olmayı çok sevmiştim çünkü.
Henüz daha okurken Selahattin “İstanbul’dan gidelim, güneye yerleşelim” demeye başlamıştı, bense aile-eş-dost korkutmalarından “Biraz çalışayım da iş tecrübem olsun, okurken çalışmak başka bir şey, neme lazım, gittiğimiz yerde başaramazsak şu şu işlerde çalışmıştım derim” dedim ve okul bitince iki yıl iki ayrı işte çalıştım. Ama nasıl çalıştım bir de bana sorun.
Neredeyse iki saat gidiş yolunda servis aracında ya da dolmuş, otobüs, minibüste uyukluyor, bazen de acil durumlarda otostopla gidiyordum işe, kahvaltısız güne başlayamayan ben, erken kalkmayı başaramadığımda ya minik bir ekmek köşesine peynir tıkıştırıp asansörde geveleyerek koştura koştura servise yetişiyor ya da yolda trafik sıkıştığı bir arada yoldan yiyecek bir şeyler alıyordum. İki saat de dönüş yolundan sonra eve pestil gibi dönmüş oluyordum. İşyerinde şahit olduklarım da cabası.
Patronun haksız yere 20 yıllık kalıpçı ustasına bağırmasına; insanların gece gündüz, bayram, hafta sonu, yılbaşı demeden çalıştırılıp üstelik fazla mesai de ödenmemesine, patronların milyarlarca lira harcayıp ofislerini gereksiz lüksler ve gösterişlerle donatmalarına ve tüm bunlar olurken depodaki bekçilere bir sobayı bile layık görmeyip soğukta paltoyla kakırdatmalarına daha fazla dayanamadım. Ya kendimi işyerinin tuvaletine kapatıp ağlıyordum ya da evde Selahattin’e anlatırken zırlayıp işyerinde boğazıma atılan düğümü çözmeye uğraşıyordum. Sonunda karar verdim, “Kendi kendimin patronu olurum daha iyi” dedim, yemek yapmayı çok seviyordum, evimize hafta sonu arkadaşları davet edip yemek yapıyor, sonra da müzik dinleyip slayt seyrediyorduk, herkes çok mutlu oluyordu. Bu bize cesaret verdi ve karar verildi: “Yemek yapacağız!” Kendimce bu işin garantisi de vardı, ne de olsa insanlar beslenmeden duramazdı.
“….kendinizi bir işte kölelik ediyor, para için çalışıyor, ‘yapabildiğim kadar güzel’ yerine ‘yeterince iyi’ iş yapıyor buluyorsanız, sizi o işten ancak ve ancak hazır olduğunuzda ayrılmaya çağırıyorum….” *
“Sokakta yatarım yine dönmem şehre” demiştim çok iyi hatırlıyorum, o kadar yılmışım. Niyetin gücü o kadar bariz ki, kırk kere söylersen olur misali işyerindeki bir yeni tanışma sonucu kendimizi Bodrum’da restoran bar işletirken bulmuştuk sonunda, flora’nın tarihini anlatırken anlatmıştım bunları.
Azmeden ve kararlı olan için her zaman ekmek var; çok fazla ölçüp biçmeden ve şehrin, paranın ayartmalarına kanmayıp iç sesine kulak verince, kendini hayatın kollarına atınca hayat insanı taşıyormuş, zor bir anımızda bir arkadaşımız şöyle demişti: “Başarısızlık diye bir şey yoktur, devamlılık vardır, devam edin.”
Çıralı’ya ilk geldiğimiz yıllarda küçük bir hediyelik eşya dükkânı açmıştı şehirden gelen bir çift ve her yıl dükkânlarına küçük bir eklenti yaparak orada yaşamaya, yazına kışına göğüs germeye devam ettiler, herkese azim ve kararlılık örneği onları gösterdik yıllarca, hâlâ orada yaşamaya devam ediyorlar.
Dünya için yapacak onca güzel iş var, insan işini severek yaparsa bir gün bile çalışmış sayılmazmış, yeter ki kalbindeki işi, işleri bulsun.
*Kutsal Ekonomi-Charles Eisenstein Okuyan Us Flora Dizisi
YORUMLAR