Yapmama...
Kendini tutmak, “nefsine hakim olmak” klasik söyleminin içine ne çok şey dahil etmek mümkünmüş! Tam da keyif aldığın bir şeyi yaparken kendini durdurmak ya da bi tık daha ötesi, yapabilecek durumdayken yapmamak, hepsi çok acayip haller.
Geçen ayki törenimiz için niyet ve diyetle haşır neşir olmak pek iyi geldi. Ramazan zamanlarının geleneksel yeme ve yememe halleri/döngüsünün dışında başka bir farkındalık yaşattı. Bu bir “yap-mama” hali, açlık ve toklukla ilgili değil yalnızca, iftarı beklerken çeşit çeşit “mama-yap” hali hiç değil.
Sadece haşlanmış sebze ve elma yemek var, çok az tuza izin var, onun dışında fermente, paketlenmiş gıdalar, çay-kahve, şeker, baharat, yağ, süt ürünleri, her türlü hayvansal gıda, mastürbasyon dahil cinsellik yok. Böylesi uzun süreli bir duruma Tasavvuf’ta "riyazet" deniyor, kelime anlamı atların eğitiminde kullanılan "toy taylara baş kırdırma" demekmiş. Riyazetten maksat insanın gerçeklikle karşılaşması ve aşkın bir bilince ulaşması, nefsinin karanlıklarına ışık getirmesi, bunu yaparken de beden makinesini minimumda çalıştırıp ruhunu güçlendirmesi, Yaratıcı ile yakınlaşması.
Konu ile ilgili internetten bilgilenmek mümkün, ben kısaca eskilerin bir bildiği varmış demekle yetineyim. Oruç tutmanın ağzıma giren kadar ağzımdan çıkana da, aklımdan geçene de dikkat etmek olduğunu öğrendiğimde minik bir aydınlanma yaşamıştım nefs terbiyesiyle ilgili.
Kendi deneyimime döneyim. Her şeyin yalın tadı ne kadar güzelmiş, hatta daha güzelmiş. Ne kadar çok şeyi otomatik tepkilerle yapıyormuşum, “ağız tadı” aşkına tuzluğa hamle yapmak, boşlukta hissettiğimde ağzıma bir şeyler tıkıştırmak, tabaktakini yavan bulup baharatlarla süslemeye çalışmaktan tutun da, fark etmeden hızlıca yiyerek doygunluk hissine bir an önce ulaşma çabam da otomatik tepki repertuarımdakilerdenmiş. Zaman zaman yavaş yeme farkındalığı egzersizleri yapmış olsam da, bu niyetli diyet çalışması onlardan çok daha etkili iz bıraktı üzerimde. Haşlanmış yumurta, haşlanmış patates, haşlanmış karnabahar bu kadar mı lezzetli olurmuş yahu, hem de yağsız tuzsuz! Asıl ağız tadı bu olsa gerek, yalın hal, sade ve saf lezzet.
Kimileri oruçlunun yanında yemek-içmekten kaçınır; kimisi de daha sevap olduğunu söyler, oruç tutan çeldiricilere kanmaz da nefsine daha hâkim olmayı öğrenir diye. Oruçluyken yiyip içenlerden hiç rahatsız olmam, hiç de canım çekmez diye yazdım hatta geçen haftalarda, bu kez de öyle oldu, canım başka şeyler yemeyi çekmedi.
Kendimi bolca gözlemleme fırsatım oldu bu “yapmama” sürecinde, ilk gün “doymama” korkumla halleştik mesela, bir tabak dolusu haşlanmış güzelliği yedikten birkaç saat sonra bir baktım bir tabak daha hazırlamışım kendime ya da iki elma birden yemişim ballandıra ballandıra, halbuki nol’cak doymamış olsam, içime aldığım gıdaların her biri içten içe beslemeye devam eder beni, insan çok dayanıklı bir sistem, üstelik aç da değilim, belli ki aç olan ruhummuş. Çay-kahvesiz ilk günün kafadaki yoğunluğunu saymazsam süreyi rahat geçirdiğim söylenebilir, kendimi oldukça hafif hissettim. Alışkanlık dediğin de türlü türlü, eskiden kahveye bayılırdım, şimdi ufaktan çay bağımlısı olmuşum meğer.
Bir kere bir dilim ekmek yedim yoğun açlık hissiyle, tuz ihtiyacım oluştuğunda da birkaç zeytin ekledim tabağıma, aklımdan da “yeşil zeytin de turşuymuş gibi sayılmasın”lar geçiyor, öyleyse de o kadar olur deyip devam ettim. Tadını aldım ya artık, bir dahaki sefer daha da derinleşmeye niyetliyim bu diyet konusunda, dahanın da dahası var her zaman.
Böyle böyle üç gün geçirdikten sonra tören sırasında da aynı menü vardı, en son yemeğimizi öğleden sonra üçe kadar bitirip sonrasında sadece su içtik, yine hiç acıkmadım, niyet kilidi sistemim iyi çalışıyor.
Diyetle hem nefsimi hem de bedenimi eğitmek, yaşayacağım deneyimdeki aracım olan bedenimi hafifletmek ruhumu yolculuğa hazırladı. Bir yola çıkmadan önce aracı bakıma sokmak ve tam kapasite ile çalışmasını sağlamak gibiymiş diyet yapmak, ve tören de bu araçla öyle yavaş yolculuk etmekmiş ki günlük hayatta hızla geçilen manzaraya tek tek bakabilmekmiş, motor gürültüsü olmaksızın kuş seslerini de duyabilmekmiş hatta, üstelik direksiyona elimi bile sürmeden!
İlkokulda okuma yazma öğrendiğimiz sırada sayfalar dolusu aynı harfi yazardık ya, kimin yazışına öykündüysem artık, z harfinin beline kemer çizmişim, hep öyle yaza gelmişim yıllardır. Güney Kıbrıslı gönüllümüz Anna ile şarkılar söylüyoruz, arada Türkçe çalışıyoruz, geçen gün yazdığım bir şarkı sözündeki z’yi 7 olarak okuyunca uyandım ki kız haklı, gerçekten de benim z, z’likten çıkmış, alt çizgisi kaybolmuş, bildiğin 7 olmuş! Şimdi kendimi yeniden eğitip okunur bir z yazabilmek için sayfalar dolusu z yazmaya başladım hemen. Göbeğine çizgi kondurmak yok, düz z! Kendime yeni bir zee lazııım!
Kendimi zorlamadan sınırlarımı esnetebilir miyim? Zorlamadan olmuyor canına yandığımın paradoksu, yeter ki yormadan olsun. Bu “yapmama” hallerini 40 gün sürdürürmüş eskiler, Ramazan’da onca saat ağzına bir şey sürmeyip de iftarda tıka basa yiyerek çok şey kaçırıyor olabilir miyiz? 30 güne de razıyım, açlık ve hafif beslenmeyle geçecek olan bir 30 gün beni oldukça heyecanlandırıyor doğrusu. Akdeniz’deyiz, aşırı hareketliyiz, havaların daha serin olduğu bir zamana denk gelsin Ramazan, bu fırsatı kullanmaya niyet ediyorum.
Artık yemeden önce dua ediyorum, büyüten, toplayan, hazırlayanların eline sağlık, ürünlere-keselere bereket olsun, Allah’ım herkesi doyursun, yediklerimiz şifa olsun, hamdolsun.
YORUMLAR