Ay durun, çekiştirmeyin yahu!...
Arabada dört kişi Kemer’e gidiyoruz. “Dedikodu nedir?” diye soruyor birimiz. “Birilerine tanımadığı birileri hakkında önyargı oluşturacak her türlü yorum, mimik, ima olabilir” diyorum, aklıma ilk gelenlerin üzerine düşünüyorum bugün, önemli konu, bir yerlerden hepimize dokunmuştur iki ucu da ateşten değneğin, neresinden tutmaya kalksan yanarsın, en iyisi hiç tutmaya çalışmayıp ateşi söndürmek üzere gerekli çabanın bir ucundan tutmak.
Annem tek çocuk, dolayısıyla teyzem olmadı kan bağıyla bağlı olduğum, yoksa çok teyzem oldu, küçük kollarım kaç boynu sıkıca sardı kendince sevgisiyle.
İşte o teyzelerimden hayatımın en içinde olanlarının bazısı bazen birbirini çekemez, benim onlara olan sevgimi birbirlerinden kıskanırlardı. Birbirleri hakkında yorum yapmaya kalktıklarında durdururdum onları, “Bana böyle şeyler söylemeyin, ben öyle bir şeyini görmedim… Teyzemin, biz iyi anlaşıyoruz, sizin aranızda olanlar beni ilgilendirmez” derdim. Çocukluktan genç kızlığa geçiş zamanlarım. Aklım başına geldiğinde de kurduğum cümleyi hatırlıyorum: “Ne yapalım o da öyle.”
O teyzelerimle birebir ilişkilerimden hatırladıklarım, sevmek eşittir sevgini göstermek eşittir sarılmak eşittir sevmek, içine sokmak ister gibi sıkıca sarılmak, o kadar sarılmak ki, kendine çekme hareketiyle titremek!
Bu güzelim sonbahar sabahında sevgiyi hissettiğim ilk anları hatırlamak içimi ısıtıyor, serin parmaklarımı ısıtmaya başlayan güneş karşımdaki servinin ardından çıkmaya hazırlanıyor.
Oyuncak bebeğimi, bir de sokağımızdaki ailelerin bebeklerini kucakladığımda aynı hisleri yaşadığımı hatırlıyorum. Sıkıca sarılmak, öyle sarılmak ki, çocuk halimle “kendi çocuğum olunca nasıl severim acaba, bundan daha çok sevgi olur mu?” diye düşünmek.
Flora’daki hayat hareketlenince, neredeyse yaz boyunca kendime dönüp pek bakamadığımı, belki de ne zamandır kalbimi açmadığımı fark ediyorum. Kendime zaman ayırma ihtiyacı, özel alan arayışı o kadar yükseldi ki içimde, sonbaharın bu tatlı sabahlarında bundan sonra sahneye gelmeye niyet ediyorum, sağımı solumu rahatça esnetmek, yazmak, şarkı söylemek için yeni yerim burası olsun. Ormanın kalbini gördüğüm yerden bir elektrik direği ve teller görünüyor artık. Sırtımı dayayıp nice yazılar yazdığım ağaç arkadaşımı ve ormanı yine ziyarete gideceğim tabii, yine de beni arayan sahnede bulacak.
Birbirimizi sevdiğimizi, belki de, gözlerimiz birbirini ilk gördüğünde sevdiğimizi hem de, bir hatırlasak, kanlarımızın birbirine kaynadığı o ilk anı ve o anı nadide bir çiçek gibi gözetsek zor zamanlarımızda, dedikoduya gerek kalacak mı? Sevdiğine zarar vermek ister mi insan? İstemeyerek yapılan her türlü şey, yaratılan durum “kaza” olsa gerek, isteyerek, bilerek can yakmaya, üzmeye çalışarak, kasıtlı olarak yapılan her türlü şey içinse “affedemiyorum” derdim küçükken, şimdi affedebiliyorum, öyle öğrenen öyle yapıyor, tutum ve davranışlarımızın ardına bakma cesaretini gösterebildiğimiz canlar için şükrediyorum, ister bir çalışmadan, ister bir dostumdan, ister bir kitaptan ya da içimdeki kaynaktan öğreneyim, öğrendiklerimi pratik etmedikçe neye yarar? Bu sabah ne zamandır niyetlendiğim “dedikodu” konusu hakkında yazma fikriyle uyandım, toplumun bağrındaki bu zehirden bir şekilde arınmanın yolu kalplerimize, sevmeyi nasıl öğrendiğimize bakmaktan, sevdiğimiz ve sevildiğimiz anları hatırlamaktan geçiyor olabilir mi?
Siz hiç bir çiçeğe gidip de diğer çiçeği şikâyet ettiniz mi açmıyor diye? Ihlamur ağacına küssem mesela, kaç zamandır bakıyorum sana, neden çiçek açmıyorsun hâlâ, kızsam, Veli’nin bahçesindeki açmış ama desem, yanından geçerken uğramasam, eşimi dostumu da gitmeyin onun yanına diye tembihlesem, koşullu sevgiye boğsam, sevmiş olur muyum ıhlamuru?
Sevgiyi paylaşamamak, sevgiyi kıskanmak, onu sevmesin, beni daha çok sevsin, en iyisi kötüleyeyim, oyyyyhhh! Bilinçle olan şeyler olmasa gerek, çok derine kök salmış değersizlik, kendini sevmeyi bilmeme halleri olabilir altında, her nerede nasıl yaralanmışsak artık, ben yandım, o da yansın, sen de yan!
Ben yandım sen de yanma, yandıysan merhem süreyim izin ver, birbirimize de merhem oluruz belki, sevgiyi hatırlasak, kocaman bir sevginin içindeyiz bak, bol bereket hem de kime yetmez ki bu koca sevgi, bu bizleri bir araya getiren ilahi aşk, senin mutluğuna sevinmeyip bi de üstelik mutsuz olman için hevesle bir şeyler yapıyorsam, sevmiyorum seni demek ki, şartlısı şurtlusu olunca sevgi olmuyor, aynısı senin için de geçerli, sevmeyi yeniden öğrensek.
Biz de toyduk zamanında, çalışma hayatımızın ilk günlerinde, 1992 yılı, bulaşıkçımızın yanında bir başka elemanımız hakkına konuşmuşuz, sordu, “şimdi merak ediyorum, onun hakkında benim yanımda konuştunuz ya, benim hakkımda da onun yanında konuşacak mısınız?” Yok mok demişizdir herhalde de konuşmuşuzdur Allah bilir, affetsin, tövbe olsun.
Birinin değişmesine kafamın içinde ya da kalbimde, yer açmadığım sürece benim değişimimin de onun tarafından görülmesine olanak yok, hâlbuki birlikte büyüyoruz, senin çiçek açtığını gördükçe mutlu oluyorum, mis gibi kokuyorsun olgunlaştıkça, benim de çiçek açtığımı gör kokla isterim, ne görürüm kendimi ne de koklayabilirim yoksa ancak paylaşabilirim bana verilenleri, kimse için özel gösteri yapmıyoruz burada, varoluşumuz böyle değil.
Babam da çok çekmiş dedikodudan, onun dedikoduculara ithafen yazdığı “dedikoduculara” adlı şiirini okuyarak büyüdüm, çok yaralanmış belli, kullandığı sözcükler kalbimi acıtıyor bugün okuyunca, ne yazık ki rahmetli de yaralı olduğu yeri unutmuş, birileri hakkında bir şeyler söylemeden zor dururdu yerinde, küçüklüğünden beri kendinden küçük erkek kardeşini kıskanmış, “annem babam onu daha çok severlerdi” derdi.
Sevgiyi paylaşmaya gönüllü olmak, kıskançlık, dedikodu.
İş geldi dayandı paylaşmaya, sevdiğini paylaşamayınca kıskançlık oluyor, eşyanı paylaşamayınca bencillik, mutluluğu, huzuru paylaşamayınca haset, paylaşmaya gönüllü olunca gıpta… Daha da kaç türlü model var bu konuda. Ne gerek var şu ölümlü dünyada, şu güzel sonbaharın ışığını paylaşalım birlikte mesela, hepimizin içi ısınsın, sen karanlıkta kaldıkça ben aydınlanamam, ben karanlıkta kalmışsam da sen aydınlan, ışığa koş, ışığın bana da yansısın, güzellikleri paylaşalım, kusurları değil, umulur ki o kusurluyu gören gözlerimiz gün gelip güzelliklere uyansın ve evrenin kusursuzluğunun yanındaki minicik varlığımızın zayıf noktalarına bakmaya cüret edelim artık. Bir şekilde bağlantılanmışız işte, evrendeki her şeyle birbirimize bağlı olduğumuz o büyük resimde neler oluyor ona bakalım.
Sana ne?
Bana ne?
Bu soruları sormuyorum artık, başka yollar, başka hikâyeler var, onları anlamaya çalışıyorum kendimce ve kendine değsin-değmesin, dedikodudan muzdarip herkesi bir yere davet etmek istiyorum, buluşma noktamıza, kalbimize. Kalpler daha çok açılsın, hiçbir yere sığmayanın sığabildiği acayip bir yer orası.
Güneş parlamaya başladığında yıldızların ışıkları bir bir soluyor, gezegenler görüntüden kayboluyor gün aydınlanırken, gerçeğin ışığı da kalplerimizde öyle doğsun, atalarımızın çektiği sıkıntının ne kadarı dedikodudandı kim bilir, onları da, gelecek nesillerimizi de şifalandırmanın zamanı bugün. Yoksa çekmek, çekememek, çekemeyince çekiştirmek, ne zamana kadar bu yükle yürümek? En iyisi bu prangadan özgürleşmek.
YORUMLAR