“Ama çok güzel” diye evlenilmez
Oğullarını ziyaret ettikleri Los Angeles’tan yeni dönmüşler. Yemekten sonra koltuklara kuruldukları salonda arkadaşları meraktalar. Ne yapmışlar, ne etmişler? Nerelere gitmişler, neler görmüşler?
Adam, bir gece kulübünde dinledikleri caz topluluğundan heyecanla bahsediyor. Çalmaya ara verdiklerinde, yanlarına gidip sohbet etmiş. Öteden beri saksafon çalmayı öğrenmek istediğini söyleyince, solist orada ne kadar kalacağını sormuş. Bir ay kalacağını öğrenince eğilmiş, saksafoncuya bir şeyler söylemiş. Saksafoncu kafasını sallamış. Sonra dönüp demiş ki adama: “Haftada iki gün, günde iki saat ayırırsan sana saksafon çalmayı öğretebilir. “
Adam, dönene kadar haftada iki gün, grubun prova yaptığı yere gitmiş. Ona hesaplısından bir saksafon da bulmuşlar. Gerçekten, ömür boyu kurduğu küçük hayali gerçekleştirmiş, biraz saksafon çalmaya başlamış.
O böyle anlatınca, arkadaşları sabırsızlanıyor. “Hadi, getir şu saksafonu, bize de çal.” Adam enstrümanı almak için içeri gidiyor. Telefonu çalınca, dönmesi biraz zaman alıyor. Elinde saksafonla salona girdiğinde şaşırıyor. Karısı ışıkları kapatmış, projektörden duvara yansıttığı Los Angeles fotoğraflarını gösteriyor arkadaşlarına.
Kocasının döndüğünü fark etmemiş gibi devam ediyor. Yaklaşık yirmi dakika hangi fotoğrafı hangi teknikle çektiğini anlatıyor. Salonu yeniden aydınlatırken, sergi açmayı planladığından bahsediyor. Aile dostları olan belediye başkanının zaten önceden sözü varmış, sergi salonunu ne zaman isterse ona tahsis edecekmiş. Kadının anlatacakları bitince, davetli dostlardan da soru gelmeyince, sıra adama geliyor. Bir karısına, bir arkadaşlarına bakıyor, “Hevesim kaçtı, belki başka bir gün” diye saksafonu kenara koyuyor.
İçinde Los Angeles, saksafon, projektör, fotoğraf sergisi laflarının geçtiğine bakmayın. Bahsi geçen, multimilyarder değil, durumu genele göre biraz iyice, normal bir çift. Babadan kalma, eski bir müstakil evde oturuyorlar. Oğullarını okutan, adamın babası. Amerika’ya gidiş-dönüş biletlerinin birini alan da o. Kadının fotoğraf eğitimi yok, o ara biraz merak salmış, o kadar. Adam, ufak çaplı bir ithalat-ihracat şirketinin ortağı, ortağı da kendi kardeşi.
Bugün altmışlarındalar ve otuz üç yıldır evliler. Tanıştıklarında, kadın bir avizecide çalışıyormuş. Adam, bir gün dükkânın önünden geçerken onu görmüş, on adım gittikten sonra geri dönmesine engel olamamış, içeri girmiş. Sonradan o günkü hislerini anlatırken hep aynı cümleleri tekrarlamış: “Dünyanın en güzel kızı karşımdaydı. O kadar güzeldi ki, benim olmalıydı. Sonsuza dek benim olması için de onunla hemen evlenmeliydim. Tanışmamızla evlenmemiz arasında bir ay var.”
Adamın aşağı yukarı beş yılın sonunda anlatmaktan vazgeçtiği tanışma-evlilik hikâyesini kadın yinelemeye başlamış. “Güzelliğimden öyle büyülendi ki hemen evlenme teklif etti. Beni başkasına bırakmamak için.”
Bütün bunları nakleden, o gece orada olan gençlik arkadaşlarından biri:
“Onunla çok güzel diye evlendi, hiç tanımadan. Ne derse, ne isterse yaptı. Kaybetmekten korktuğu için çalışmasını istemedi. Öteki de güzelliğini, onu istediği gibi yönlendirmek için kullanmaya alıştı. İlişkilerini bu denge üzerine kurdular. Fakat bir süre sonra, biri diğerinin isteklerine ‘evet’ demekten, ‘hayır’ demeyi unuttu. Ötekine de ‘güzel’ olmak yetmedi, güzelden başka şeyler de olabildiğini göstermeye çalıştı. Saksafonunu almaya gittiğinde birkaç dakika gecikmesini fırsat bilip çektiği fotoğrafları göstermesi, anlatması hep bu yüzden. Kocasının gölgesinde kalmak istemiyor. Kocası da ona gölge ettiğinin ya farkında değil ya da öyleymiş gibi davranıyor.”
İyi de, neticede bir gün uçup giden güzellik üzerine kurulan bir evlilik, otuz üç yıl sürer mi?
Eski arkadaş beklemeden cevap veriyor:
“Eğer hayatında tek bir taşın yerinden oynamasından, yalnız kalmaktan korkarsan değil otuz üç, yüz üç yıl da sürer.”
Şerit değiştirdiğini düşünürken esas konuya dönüyor:
“Yine de kimseyle ‘Ama çok güzel’ diye evlenilmez.”
YORUMLAR